Umut güzel bir sözcük. Geleceği farklı kılabilme ihtimali. Bu bazen bütün dünyaya ilişkinken (ütopya) bazen o insanın kendi kaderini yenebilmesi üzerine kurulu.
Çoğu kez boş bir hayal, karşılık bulmayan bir çaba, sonuçlanmayan bir beklenti.
Mitolojide umut hakkında çok güzel bir öykü var. Çoğumuz biliyoruz;biliyoruz ama ona yeniden ve umutla bakma becerisi gösterebiliyor muyuz? O bilinmez.
Önce hikayeden başlayalım.
Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a, balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekâya sahip Pandora’yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora’ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz/kutu hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Ancak son anda kutuyu kapatır bu da insanların içindeki “umut”tur.
Dinsel metinlerde Cennetle bahşedilmiş Adem’e Havva’nın hediye edilmesi ve bir yemişle başlayan Dünya serüvenlerine çok benzeyen bu hikayenin birden çok anlatısı var. Hepsi de Pandora’nın basiretsizliği ya da yenemediği merakı üzerine kurulu.
Ancak öyküyü farklı okuduğunuzda Pandora’nın yaşamı başalattığının farkına varıyorsunuz. Yani kozmik zaman dışında Pandora’nın başlattığı şey hem kendi biyolojik zamanı hem de tüm insanlığın ortak yaşamının başlangıcı. Promethus’un ateşi kullanmayı öğretip bedeller ödediği insan; aslında kendi aydınlanmasını Pandora’nın kutusuyla başlatarak, asıl ateşi içine alıyor, ruhuna ve aklına salıyor. Bütün her şeyin karşısına dikilebilmesi için önce bütün her şeyin onun dışında varolabilmesi; sonra da o diklenme için kutunun dibinde kalan umuda sahip olabilmesi gerekiyor.
Kutuda olan umut öyle sahipsiz de değil, onun bir adı var: Elpida (Elpis)…
Elpis, Yunan mitolojisinde umudun tecessümü, vücut bulmuş hali ve tanrıçasıdır. Nyx’in çocuğu, Pheme’nin ise annesi olduğuna dair iddialar vardır. Genellikle genç bir kadın olarak resmedilir. Tasvirlerinde çoğunlukla çiçekler (özellikle de zambak) veya cornucopia (içinden meyveler saçılan boynuz – bereket simgesi) taşır. Roma mitolojisindeki karşılığı Spes’dir.
Bugün geçerliliğini koruyan inançların çoğu insanın cüzzi iradesiyle külli iradeyi aşamayacağını söylüyor.Kaderi yaşamak ve yazgıya şükretmek imanın gerekliliklerinden biri.Bu düşünce yani kendi başlattığını bitirememe ve değiştirememe “becerisi” insan özgü bir yabancılaşmadır. Doğa ve onun kanunları karşısında (özellikle de ölüm) artan denetimine rağmen insanın iradesini başka güçlere teslim etmesidir yabancılaşma.(Öğrenilmiş çaresizlik diye de süslenir adı) Her ürettiği kendisinin biraz daha eksilmesine, her eylemi biraz daha pasifleşmesine ve gücünü her kullanışı biraz daha güçsüzleşmesine yol açmaktadır.
Azalıp azalıp hiç tükenmeyen Elpida yol gösterici bir tanrıçadır. İnsanın büyük yabancılaşmasını yenmesinin yegane yolunu göstermektedir bize. “Umut etmek” tanrılarda olmayan bir özelliktir çünkü ölümsüzlerin, kaderi aşan varlıkların, bir yazgıya hapsolmamışların umudu ihtiyacı yoktur.
Oysa yaşamın başlangıcını yaşadığı büyük yabancılaşma yüzünden(cennetten geldiğini ve baştan kaybettiğini düşünür) yenilgi sanan insanın “umut etmek” ve “umut ettirmek ve “birlikte ummak”tan başka yolu yoktur.
Marks tüm yabancılaşmaların “insanın bilinçsiz faaliyetleriyle ortaya çıktığını ve yine insanın, bilinçli toplu eylemleriyle değişebileceğini” söyler.
Pandora’nın son anda yaşadığı pişmanlık ile kutuda bıraktığı umut, rastgele bir biçimde değil,bile isteye o kutudan çıkmalıdır.
Bu yüzden seslenmeliyiz….
Daha yüksek söylemeliyiz….
NEREDESİN BE ELPİDA….
Kategori arşivi: düzyazı
Eirene Hep Kazanır
Savaş ve Barış üzerine yazmak barut kokan günlerin borcu oldu. Duvarların hiç birinde “Savaş İstiyoruz” “Yaşasın Savaş” yazmasa da hanelerin çoğunda savaş tutkusuyla yanan insanlar var.
Bu sadece bugün böyle değil elbette. Binlerce yıllık mitolojik öykülerin değer görmüş kahramanlıkları da aynı aptalca tutkuyla besleniyor. Tek kahramanlıkları güçlerini acımasızca kullanmak olan bu karakterlere insanların gösterdiği saygıyı bizden öncekilerin onurlarının korkularına yenilmesine bağlıyorum. Ne yazık ki hala onurları korkularına yenik düşen binlerce insanın arasında yaşıyoruz. . Yoksa Ares’i herkes bilir de Eirene neden çok az insan hatırlar. Bugün yazımızda göreceğiz ki ne kadar güçlü olursa olsun Ares kaybedecek Eirene kazanacak.
Ares Kim Eirene Kim?
Zeus ile Hera’nın oğlu olarak doğan ve On iki Olimposludan biri olan Ares, Yunan mitolojisindeki belki de en nefret edilen tanrıdır.. Roma’da Mars olarak da bilinir. Savaş tanrısıdır. Homeros’un destanlarında insanların baş belası, kaleler yıkan, olumsuz, kötü bir varlık olarak işlenmiştir. Kendisine tapılan bir kent bulmak zordur. Yunanlılar onun anayurdunun zalim ve sert insanların ülkesi Trakya olduğunu söylerler. Ares değerli armağanlarla güzellik ve aşk tanrıçası Aphrodite’nin kalbini kazanır. Her şeyin çoğalmasına hizmet eden tanrıça ile yıkıcı tanrı Ares’in sevişmeleri doğaya uygundur. Çünkü doğada yaratıcılıkla yıkıcılık bir aradadır. Bu birliktelikten Phobos (bozgun)Deimos (korku) ve Harmonia (uyum)doğar.
Eirene namı diğer Irene Hora’lardan bir tanesinidir, Hora’lar ki derseniz Tanrılar Tanrısı Zeus ile Onun Akıllı Eşi Themis’den olma kızlarıdır. İlahi yasanın ve düzenin koruyucusu Themis’in her bir kızı ahlakı temsil eder dersek yanlış olmaz. Daha çok mevsimlerle ilişkilendirilen bu tanrıçalar günümüzde daha çok Barış( Eirene ya da Irene), Disiplin (Eunomia) ve Adelet( Dike) olarak bilinmektedirler.Yunan mitolojisinin derinleride yer alırlar, Roma döneminde Yunan tanrı ve Tanrıçalarının uyarlanması sonucunda daha bilinir olmuştur bu üç kız kardeş. Ayrıca mevsim ve cennet kapılarının bekçi, tanrıçaları olarak da nam salmışlardır. Yunan mitolojisinin kaynaklarından biri olan Hesiodos’un Thegonia’sında tanıtılmışlardır. Hora günümüz İspanyolcasında Saat anlamındadır. İngilizce Hour sözcüğününde kökenidir aslında. Hora’lar mevsim ve zaman döngüsünün tanrıçaları olmasından dolayı günümüz dillerinde ki yansıması olarak karşımıza çıkmıştır.Yani tek güçleri doğal yasanın işlemesidir.
Eiar, Eiarinos eski Yunanca da bahar anlamına gelmektedir.Heykellerinden gördüğümüz kadarı ile elinde “cornucopia” yani meyve dolu sepet tutan, genç ve güzel bir kadın olarak tasvir edilmiştir. Heykellerinde ayrıca zeytin dallarıyla süslenerek betimlenmiştir. Timotheus’un Lakonia’lılara karşı zaferinden sonra, Atina’da onun adına sunaklar inşa edildi. (. Corn. Nep Timoth. 2.;. Plut . Cim . 13) Atina’da onun heykeli Amphiaraus’un yanına dikildi Bir kolunda taşıdığı Plutus( zenginlik tanrısı) ile betimlenmiştir , (.. Paus. i 8 § 3) Bir diğer heykeli ise Prytaneion içinde ki Hestia heykelinin yanına dikilmiştir.Roma mitolojisinde ise adı Pax ‘tır ve heykellerinde zeytin dallarıyla süslenmiştir.
On ikilerden bir tanrı olan Ares’in yanında Horaların gücü önemsizdir. Ares’in birçok özel gücü ve özelliği ve kendisi gibi güçten beslenen pek çok müttefiki vardır ve bu tanrılar doğları gereği ellerindeki gücü kullanmaktan kaçınmazlar. Belki bu gücü kullanmaların korkusunu iliklerinde hissetmekten olsa gerek insanoğlu ve kızı binlerce yıl bu kudretli, güçlü, acımasız ve kendi varlığından başka amacı olmayan tanrılara sunaklar yaptı. Savaş tanrısı Ares’i 12 büyük tanrı arasına kattı. Çelikten dövülmüş kılıçlarıyla beden deşenlerin, kesilmiş kellelerden piramit yapanların, ellerini kanla yıkayanların, savaş meydanında ölümü onur sayanların tarihi bu. Oysa artık yeni bir tarih yazılmalı . Savaş Tanrısı Mars’ın çocuklarının adı Phobos (bozgun)Deimos (korku) ve Harmonia (uyum); Barış Tanrısı Eireni’nin anlamı bahar, çocuğu ise refah ve mutluluk.
Güce tapmış, güç karşısında sinmiş ve gücünden başka hiç bir gelecek vaat etmeyen Ares gibi erkekler değil; başkalarına zenginlik, refah, mutluluk ve aydınlık gelecek sunmaya çalışan Eireni gibi kadınlar baharı getirecekler.
Kış ne kadar uzun sürerse sürsün, ne kadar çetin geçerse geçsin mutlaka bahar gelecek; Eireni hep kazandı, hep kazanacak.
Bu arada meraklısına not:
Fatih Mahmutpaşa’da Büyük Valide Han’ın bitişiğindeki 7. yüzyıl Bizans yapısı kule var. 16. yüzyılda Kösem Sultan’ın değerli eşyalarını sakladığı bir yer olarak bilinen kule; güzel bir Haliç manzarasına sahip. Yıkılmış yüzlerce Bizans kulesinden ayakta kalan tek kule. Direniyor. Adı da Eirene Kulesi….
Siz de direnin.
Engelliler Haftası ve HEPHAISTOS
Mitoloji ortak bir bilinçaltı gibi işliyor. Mitolojik öyküleri okumak da bir çeşit kolektif bilincin dışsallaşması ve hatta kusulması gibi. Okuduğumuz her öykü bize “insanın” insanlaşma sürecinde nasıl yitip gittiğini, hangi dolambaçlı ve çetin yollardan bugüne çıktığını gösteriyor.
Engelliler haftası nedeniyle televizyonlarda, sosyal ağlarda gözümüze birçok mesaj ilişti. Yayınlanan onca mesajın ince işçiliğine katılıyorum da toplumsal yaşamımızın onlar için gerektiği kadar adil olmadığını görerek üzülüyorum . ideali göstermek ile ideale yönelmek arasındaki tutum/tavır farkı ikiyüzlülüğümüzün göstergesi olmaktan başka bir şey değil.
Bir gün işe yaramaz televizyonda bir belgesel izledim. Yok, hayatım değişmedi; ama haya konusunda bir değişim yaşadığım inkar edilemez. İzlediğim belgesel “Kör Maymun” du. Belgeselde Çin’in Taihang Dağı’nda kör bir yavru maymunun hayata karşı mücadelesinde, içinde yaşadığı maymun topluluğuyla dayanışma ilişkisi anlatılıyordu. Maymun topluluğu; merhamet ve dayanışma ilişkisiyle bu kör yavruyu hayatta tutmaya, yaşatmaya ve hayatı onun için kolaylaştırmaya çabalıyordu.
Bugün bütün insanlığa itelenmeye çalışılan “hayatını kar üzerine kur” ilkesinin, bizi maymunların gerisine attığı görme utancı da bize kalsa gerek.
Sonra döndüm, geçmiş toplumlarda engelliler hakkında ne düşünülür, ne hissedilirdi acaba diye mitolojik öyküleri taradım.Gözüme bir halk kahramanı gibi duran ve tanrılarında bütün maharetlerine rağmen dışladığı Hephaistos ilişti.
HEPHAISTOS
Ateşin ve zanaatkarların tanrısı Hephaistos aynı zamanda Olympos Dağı’nın demircisiydi. Volcanlara ve demir cevherine hükmedebiliyordu. Athena’yı tek başına dünyaya getiren Zeus’tan öç almak amacıyla, Hera’nın onu Zeus’un katkısı olmaksızın doğurduğu söylenir.Çirkinliğinden ve topal ayaklarından dolayı Hera tarafından istenmediği için denize atılır.
Hephaistos kılıksız görünümüne karşın en güzel tanrıçalarla evlenmeyi başarır. (annesine bir tuzak hazırlar ve bu tuzaktan onu kurtarmayı tek bir şartla kabul eder: Tanrılar katına kabul edilmesi ve güzeller güzeli Afrodit’in kendisiyle evlenmesi.)Yunan şair Hesiodos’a göre ,Kharislerin en genci olan Aglaia(”görkem”)onun karısıdır.Ama geleneksel kaynaklarda Aphrodite’yle evlendiği belirtilir.Karısı onu Ares’le aldatınca, boynuzlanan tanrı, diğer tüm tanrıların acımasız alaylarına maruz kalır.Ama dört dörtlük bir zanaatkar olan Hephaistos, Hermes’in miğferi, Aphrodite’nin kemeri, kahramanlar için zırhlar ve hatta ilk kadın Pandora gibi harika şeyleri yaratarak onlara hizmette bulunur. Hephaistos çocukluğunda kendisine sığınak sağlayan tanrıça Thetis’e bir iyilik olarak,o ğlu Akhilleus için Troya Savaşı’nda kullanmak üzere bir kalkan yapar.
Aslında öykü ve kahramanımızın yaptığı liste uzar gider de burada fazla oyalanmaya gerek yok. Mitolojik öykü şöyle kabaca bir gözden geçirildiğinde ah insan vah insan sen maymun bile olamamışsın demek gerekiyor. Neden mi ?
1- Zeus tek başına çocuk yapınca dünyalar güzeli Athena, Hera tek başına yapınca çirkin ve engelli Hephaistos . Güzellik ve çirkinlik aynı edimi kimin ve hangi cinsin yaptığına göre değişik sonuçlar veren bir ahlaki yasa gibi. Edimin kendisi yasak değil, ama edimi gerçekleştirmek bir hak. Baskın erkek anlatımın kadınları mahrum ettiği bir hak .
2-Onu annesi de dahil kimse sahiplenmiyor. Bütün becerilerine karşın toplumundan dışlanıyor. Annesinin denize atmasının nedeni onun korkunç görüntüsü değil, bunun sonucunda ayıplanmaktan utanması. Baskılarla örülmüş bir toplumun dışlama etkisinin yarattığı suç.
3-Tüm tanrılar Hephaistos’un becerilerinden yararlanır, yani engelleri emeğiyle aşar. Yaratıcıdır. Kaderinin kırılganlığı ile demiri dövüp sert nesneler yapması arasında bir denge var. (hayret) Ancak tüm romantik metinlerde çirkin ve topal bu tanrının iyiliksever olduğu ve insanlar tarafından çok sevildiği de belirtilir. (Acıma duygusu mu o) Biraz da ezilmiş tanrıya kendilerine daha yakın bulan, kötücül bir dünyanın zavallı insanlarından kaynaklanır bu yakınlık.
4-“İyinin kaderi kötüye düşer diken arasında kalmış gül gibi” diyor ya üstat. Arzu ettiği ve hak ettiği mutluluğa hiç bir zaman tam olarak ulaşamamış Hephaistos. Onu sevmeyen ve sürekli aldatan Afrodit ile olan evliliği ona mutluluktan çok acı ve utanç getirmiş. Bu birliktelik zaten bir zorlama sonucu olmuştu falan filan … Öyle değil; genel öykü anlatıcıları kahramanımızın güzel olanla birlikteliğini hak etmediğini söylerler. Bu aldatılması içinde bir gerekçedir aynı zamanda. Hak etmemek. Hak görmek bunlar ahlaki değerlendirmeler. Adalet arayışı değil…
Daha çok madde de yazılır bu öyküye de. Lafı ana merkezinden uzaklaştırmamak gerekiyor.
Şöyle kendimize bir soralım, kör bir yavruyu yaşatmaya çalışan maymun topluluğuna mı benziyoruz; yoksa çirkin ve topal diye maharetli bir adamı dışlama çalışan Olimpos tanrılarına mı?
Yani efendim hangisi daha çok insana benziyor?
yani hangisi sensin?
Aşk ve Ruh/ Psykhe ve Eros
Antik dünyanın ince zevklerinin, aşılamayan coşkunluğunun , masalsı bir yaratılışa hükmettikleri mitolojilerinde saklı olduğuna inanırım. Mitoloji onların temel evrensel yasalarını, toplumsal ahlaklarının köklerini belirlerken dünyaya bakışlarıyla tümsel bir sanat anlayışlarını da doğurmuş.. Zarif ve güçlü…
Zeugma’da gözleri restorasyondan şaşı olmuş mozaiği hatırlarsınız. Bütün cahilliklerimizin (belediye başkanı olan kadın , ayakkabısıyla tanıtım yapıyordu mozaiklere basa basa) arasından birileri bir bilgi sitesi yapmayı akıl etmiş (http://www.zeugmaweb.com) sitenin içinde dolanırken mozaiklere baktım, kısa hikayeleri vardı. Birini size anlatmaya karar verdim. Elbette biraz süsleyerek ve hikayeyi tersten de okuyarak.

Hikayeye kaynaklık eden yer Anadolu ve Ege kıyısında bulunan Miletos (Milet) kentidir. Eros ve Pyskhe, hayatımızdaki iki soyut kavramın, aşk ve ruhun somutlaştırılarak hikaye edilmiş hali. Ruh bilimi (psikoloji) kökenini Psykhe‘den (Psiko) alır.
Önce Anadolu topraklarında geçtiği düşünülen hikayeyi dinleyelim, sonra payımıza düşeni alırız.
Psykhe ve Eros
Eros neşeli tanrılardan biriymiş, güzel kanatları ile dünyayı dolanır, baharın etkisini insan kalbine doldurur, okuyla vurduğu insanları da birbirine aşık edermiş. Arada yaramazlık yapmaz da değilmiş, denklik gözetmeyen bir birleştirme arzusu olduğu için kimi kez güzelle çirkin, iyi ile kötü, korkak ile cesur,zengin ile fakir de bir araya gelirmiş ki sık olmayan bu durumda bile insanların mutluluk duyduğu söylenirmiş. Ardında baharın bin çiçekli kokusuyla dolanan aşk tanrısı Eros’u birgün annesi çağırmış. Annesi kim miymiş ? Afrodit, deniz köpüğünden yaratıldığı söylenen Zeus’un kızlarından biri. Güzellik tanrıçası; elbette her güzellik gibi içinde bir tutam aşk, büyük bir tutam da cinsellik barındırıyormuş.

Afrodit’e tüm ölümlüler gibi büyük tanrıların hepsi de aşıkmış; ancak söylenti odur ki sadakatten nasibini almamış Afrodit. Çok kocası ve elbette çok düşmanı olmuş . (Afrodit sevgiyi ve sevişmeyi simgeler, İnsan toplumlarını çoğaltmaya çalışan bir tanrıça olduğunu İfade etmek İçin, mersin ağacı, elma, nar gibi çekirdekli meyveler ile güvercin, tavşan, serçe, kuğu gibi kuşlar da ona adanmıştır.Güzellik örfü kabul etmediği için Afrodit her zaman çıplak olarak gösterilir.)
İşte bu Afrodit gizliden gizliye halkın arasında büyüleyici güzelliğiyle kendisiyle yarışacağı söylentisi yayılan bir kızı duymuş. Milet kralının üç kızından biri olan Psykhe gerçekten de gün geçtikçe serpiliyor, büyüleyici bir güzelliğe sahip oluyormuş. Kendisine ilginin azaldığını gören Afrodit oğlu Eros’u çağırmış ve bu genç kızın kalbine bir ok gönderip onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık etmesini istemiş Eros’tan.
Annesinin isteğini emir kabul eden Eros, Milet’in bu güzel kızının evine bir gece yaklaşmış, okunu kızın kalbine gönderip onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık edecekken ışıkların içinde kızın yüzünü görmüş. Gerçekten de Pyskhe bataklıkta bir nilüfer gibi parıldıyormuş. Eros kızın baş döndüren güzelliğinden etkilenmiş, onu gece yarısı karanlıktan da yararlanarak kaçırmış.
Eros ormanların derinliğinde, dağların içinde çiçeklerle bezeli, suların serinlettiği, güneşin parlattığı bir gizli saraya götürmüş Pyskhe’i. Psykhe bu sarayda yaşamaya başlamış ama kim olduğunu bilmediği sadece hissederek ve dokunarak sevdiği Eros’la yalnızca geceleri biraraya gelebiliyormuş. Çünkü Eros annesinin durumu bilmemesi için kendisinin Eros olduğunun saklanması gerektiğine hükmetmiş. Bunun da tek yolu geceleri usulca tüm ateşler ışığını yitirdiğinde saraya gelmekmiş. Gece karanlıkta gelen Eros aşık olduğu bu güzel Miletli Prensesle bir araya geliyor,gün doğmadan da saraydan uçup gidiyormuş. Ancak Psykhe’nin elleri sevdiğinin nasıl bir bedene sahip olduğunu bilse de Psykhe Eros’u görmek de istiyormuş. Bütün bu engellere rağmen birbirlerini çok sevmişler.. Bir bütünün iki parçası gibiymiş kalpleri. Sevdiği dünyayı ayaklarının altına sererken, Ruh’tan (Psykhe) tek istediği güvenmiş. Onu olduğu gibi kabul etmesi, aşkıyla yetinmesi kim olduğunu, kimin oğlu olduğunu bilmeyi ve görmeyi talep etmemesiymiş tek isteği.
Günleri yalnız, geceleri ise sevgilisiyle mutluluk içinde geçip giderken, ailesi gelmeye başlamış Psykhe’nin aklına. Miletliler Psykhe’nin canavar tarafından parçalandığına inandığı için yas tutuyorlarmış. Bir gece Eros’tan, onun iyi olduğunu görüp üzülmemeleri için ailesine bir ziyaret yapmak istediğini söyleyerek izin almış.
Ailesi, Psykhe’nin görünce çok sevinmiş. Kardeşleri yaşadığı yeri görmek istemiş, onları sarayına götürüp gezdirmiş. Kızlar, kardeşlerinin yaşıyor olmasının sevincini çabucak unutup, kıskançlık içinde gezmişler sarayı. Ardından Psykhe’e sevdiğinin mutlaka yüzünü görmesi gerektiğini, eğer canavar değilse kendisini neden göstermediğini, eğer bir çocuğu olursa onun da canavar olacağını söyleyip şüphe tohumlarını ekemişler güzel kızın içine. Fesatça konuşmalarla Psykhe’nin kafasını bir sürü soru işaretiyle doldurmuşlar ve bir gece kocası uyurken kendini korumak için bir hançer alıp mum ışığında gizlice sevdiğinin yüzüne bakmasını da tembihlemişler. Psykhe gece merakına yenik düşmüş, Eros uyumuşken eline bir mum, bir de gerçekten ablalarının dediği gibi canavarsa ve uyanıp saldırırsa diye hançer alıp Eros’un yüzüne doğru eğilmiş. Güllerle kaplı bir yatakta yatan mükemmel bir erkek gören Psykhe adeta büyülenmişti ve sevdiğine bir kez daha aşık olmuştu. Bakarken heyecanlandığı için elindeki mumu unutmuş ve mumdan kızgın bir damla Eros’un kanatlarına damlamış. İrkilerek uyanmış Eros ve bir tek güven aradığı sevgilisinin ihaneti karşısında sarayı terk etmiş. Güven duygusunu yiteren Eros ortadan kaybolmuş kaybolmasına da Psykhe kendisini toparlayamamış.
Sonunda gidip Eros’un annesinden yani Afrodit’ten Eros’un yerine öğrenmeye karar vermiş, gidip diz çöküp yalvarmış. Afrodit zaten güzelliğini çekemediği bu kızı -bir de oğlunu kaptırdığı için – hemen affetmemiş, önce birtakım görevleri yerine getirmesini istemiş. Afrodit’in verdiği dört görevin üçünü önce karıncalar , bir kamış ve bir kuş yardımıyla tamamlamış.
Son görevinde ölülerin ülkesi Hades’e gönderir Afrodit Psykhe’i . Bu görevinde bir kartal, Hierapolis’teki (Pamukkale) Hades’in karanlık topraklarını girişi göstermiş ona. Buradan Phersephone’nin (Yer altı tanrıçası) kutusunu almış, tam görevleri sona erdirecekken kutuda ne olduğunu merak etmiş, merakı her şeye üstün gelmiş, kutuyu açmış. Kutuda sadece ölüm uykusu kadar derin bir uyku varmış ve Psyhe orada o derin uykuya dalmış.
Eros sevgilisinin bu haline dayanamamış, onu yer altından çıkarıp sarayına götürmüş, ama ne yaparsa yapsın sevgilisi ölüm uykusundan uyanamamış. Tanrıların tanrısı Zeus’a yalvarmış ve kalbi yumuşayan Zeus Psyhe’nin uykusuna bir son vermiş. Birbirlerine kavuşmuşlar ….
BİR AŞK ÖYKÜSÜ DEĞİL
Mutlu olmuşlar mı kimse bilmez. Zaten bu mitolojik öykü de öyle naif bir aşk öyküsü değil. Doğrudan Adem ile Havva öyküsüne bağlamlanmış ve akıl ile duygu arasındaki şeytani ilişkiyi ele alan bir temsili anlatı.
Her zamanki mitoslar gibi kadına ait unsurların akılla özdeşleştirildiği ve kadının erkeği ve dahi tüm insan cinsini baştan, haktan ve doğru yoldan çıkardığı inancıyla beslenen bir genel ahlak teorisi. Süslendiği aşk öyküsü içinde verilmeye çalışılan güven duygusu, karanlıkta kalan kısımların merak edilmemesi gerektiğini anlatan; merakın dolayısıyla da şüphenin inançla oluşmuş tüm iyilikleri ve güzellikleri (yani onlara göre iyi bize göre kötücül düzeni ) ortadan kaldıracağını ve değersiz kılacağını öğütleyen bir düzen ahlakı övgüsü.
Trajik yanı bu övgü ve ahlakın bir aşk öyküsüne de bir kutsal kitaba da bir mitosa da sıkıştırılsa insanlar üzerinde etkisini binlerce yıl koruyabilmesi.
Afrodit’in kıskançlığı, Eros’un yumuşak kalbi Psyhe (ruh) nin merakı, fitneye (vesvese yani şeytan fısıldamasına) açık oluşu, merakına iki kez yenilmesi hikayenin güçlüleri ve zayıflarını anlatırkenki retoriği erkin ve egemenin haklılığına vurgu yapmak için.
Merakın ve şüphenin lanetlenmesi ve sonsuz uyku ile cezalandırılması; huzur ve güven ortamını bozuculuğu ne kadar tanıdık değil mi?
Bütün öykünün en masum karakteri olan ruh, kendi kaderini çizenler tarafından sırf o kaderi merak etti diye cezalandırılıyor. Yani hayata ait itirazların suç olduğu, kabullenilmesi gerekenlerin varlığı ve ilahi düzenin sürüp gitmesi için insanın içindeki merak ve şüpheyi söküp atması gerektiğine ilişkin tüm alt metinler var öyküde.
Şüphe ile aklın, iman ile kabullenmeye karşı çaresizce direnişini de zayıf karakterlerle işliyor öykü. Ne hikmetse tüm güçlü karakterler her şeyden emin. İtikadın aklın sorularından arınmasının insanı nasıl güçlü kılacağı da anlatılıyor.
Cinsel hazlarla örülü erkek dünyasında kadın olmanın hafifliği, güzelliğin baştan çıkarıcılığı da bu öykülerden bugüne taşmış olan ikiyüzlülüğümüzdür.
Eh evet güzel mozaikler ve süslü öyküler bunlar; ama eskimiş ve köhne bir düzenin bugüne nasıl uzandığını, nasıl kök saldığını anlatmaktan başka ne anlamı var ki…
Şeytan ve Aydınlanma
Lux Lambası Şeytan İcadı mı ?
Çocukluğu 1980 öncesine dayananlar bilirler; kimi köylerde elektrik olmadığı için ya da kentlerde de olsanız elektrikler çokça kesildiği için gazlı, tüplü lambalar olurdu . Bunlardan biri de lux lambasıydı. O zamanlar bir zenginlik belirtisi sayıldığı için biz bu lambanın adını ” gerekli olanın sınırlarını aşan anlamına gelen” lüks sözcüğüne döndürsek de lambanın gerçek adı lux. Lambayla lüksün ne alakası var demeyin, herkesin karanlıkta kaldığı dönemlerde evinde parıl parıl bir aydınlıkta oturmak bir lüks sayılır.
Bu yazı lux lambasıyla ilgili değil. Bu yazı lambanın adının köküyle ilgili.
Büyük şair Dante’nin İlahi Komedya’sında tanımlanmış sonrada oldukça kabul görmüş yedi büyük günah var: lust – şehvet, greed – bencillik/cimrilik, gluttony – açgözlülük,
pride – kibir/gurur, sloth – tembellik, wrath – nefret, envy – kıskançlık… Büyük şaire ek olarak 1589 da Peter Biensfield her bir günahı bir iblisle eşleştirmiştir. Lucifer – Kibir Mammon – Hırs Asmodeus – Şehvet Leviathan – Kıskançlık Beelzebub – Oburluk (sineklerin tanrısı) Satan – Öfke Belphegor – Tembellik. Bu sıralamada adı geçen Lucifer ve onun hikayesi temel konumuz.
Hristiyan inanışına göre Lucifer Tanrı’dan sonra ikinci konumdadır ve cennetteki en büyük melektir. Fakat hırsına ve kibrine yenik düşmüş ve Tanrı’ya isyan etmiştir. Bunun sonucu olarak cennetten kendisi ile beraber olanlarla birlikte kovulmuştur. Bu süreç sonunda Lucifer Şeytana, takipçileri ise iblislere dönüşmüştür. İşte Lucifer sözcüğünün kökü yani lux ışık anlamındadır ve yukarıda bahsettiğimiz gaz lambasına da ismini verir. Lucifer ışık anlamına gelen lux (sahiplik “genetiv”hali lucis) ile ferre (taşımak, getirmek fiili) kelimelerinin birleşiminden türemiş Latince bir kelimedir. Grek söyleninde Lucifer Prometheus olarak görünür; o insanlığa ışığı getirendir. Şairler tarafından Sabah Yıldızı’nı, yani Venüs’ü simgeler . Lucifer Jerome’un Vulgate’sinde (Septuagint’in Grekçe çevirisinden) direkt olarak heosphoros yani “sabah yıldızı” ya da “Gün Yıldızı” edebi açıdan ise Şafağı Getiren olarak Isaiah’ın 14:12 sinde çevrilir.
Venüs gezegeninin yani tanrıça Venüs’ün Roma dönemi astrolojisinde şimdiki ismini almadan önce Lucifer olarak bilindiğini de söylemek gerek .
Roma şiirinde Lucifer
Lucifer “sabah yıldızı”nın şiirsel adıdır ve Grekçe eosphoros (şafağı getiren) kelimesinin en yakın çevirisidir ki Odyssey ve Hesiod’un Theogony’sinde görünür. Lucifer’in antik Roma’da kullanımı Vergilius’un Georgics adlı şiirinde görülür. Lucifer, John Milton’un Protestan destanı Kayıp Cennet’in anahtar karakteridir. Milton Lucifer’i eserinde oldukça sempatik, azimli ve gururlu olup Tanrıya karşı gelen sonra da yenilip cennetten kovulan bir melek olarak sunmuştur. (ki İslamda da şeytan insana secde etmemesi neden gösterilerek kibri üzerine lanetlenmiştir) Lucifer tabi sonrasında retorik yeteneğini cehennemi örgütlemek için kullanmak zorundadır; kendisine Mammon ve Beelzebub yardım eder. Örgütleme becerisini iyilik ve kötülüğün sırrının saklandığı ağacın meyvasından yemesi için başarıyla kandıracağı Havva’nın (Adem’in karısı) üzerinde dener ve insanoğluyla kaderini birleştirir.
Oldukça uzun bir anlatı ama özetlenmiş bir biçimde yedi büyük günahtan kibirle anılan ve baş şeytanlardan sayılan Luciferin adı “ışık” sözcüğünden türemiş durumda. Işık getiren şeytanın karanlıkların efendisi olması ise aydınlanmanın din üzerinde yarattığı baskı olsa gerek. Bilim ve aydınlanmanın şeytan uğraşı sayılmasının ve bugün dahi dinlerin bilimle barışık yaşayamamasının trajikomik hali Lucifer’ in adında yatmaktadır. Karanlığın hükmünün son bulacağını gösteren (sabah yıldızı) Venüs yıldızının da olaya katılması daha da dikkat çekicidir. Daha tuhaf olanı dinlerin baştan çıkarıcı ve günah saydıkları her şeyi insanın dişisine bağlamaya çalışmasıdır. Kadın ve erkek üzerinde bir dengesizlik yaratarak birini diğeri hükmedici kılmak için kadını kötülüğün başlangıçı olarak saymak hemen hemen tüm dinlerde var. Lucifer’in işaretlendiği Venüs de baştan çıkarıcı bir tanrıça (Afrodit) olarak görünür bize. Aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite’nin doğuşu iki ayrı kaynakta iki farklı görüşle anlatılmaktadır. Bunlardan erken tarihli olan Homeros’ta Aphrodite Okeanos’un kızı olan Dione ile Zeus’un kızıdır. İkinci efsane ise Hesiodos’ta geçer.Aphrodite burada denizin köpüklü dalgalarından doğmuştur. Aphros yunanca köpük demektir. Roma mitolojisinde Venüs ise bahçelerin tanrıçasıydı. Bereketi ve dünya nimetlerini simgeliyordu.
Bahçelerin tanrısı olan Venüs ile Lucifer’in hikayesi bir ağaçta kesişiyor. Hani cennette Adem ile Havva’ya bir ağacın yemişi verilmişti ve utanma (ar) duygusunu kazanmışlardı ya. Hani o ağaç bilgelik ve aklı simgeliyordu ya. Nasıl da bir anlatı rastlantısı değil mi? Elbette rastlantı değil, kör inançlar birbirinin yalanını doğrulayarak öylece inanmamızı sağlıyorlar (istiyorlar) o kadar .
Aydınlanma ve Şeytan
Elektrikler kesilince karanlıkta kalmayalım diye fitili yakılarak aydınlandığımız o gaz lambasının adını kim koymuş bilmiyorum ama güzel isim seçmiş. O güzel isim karanlıkla aydınlığın, bilgi ile cehaletin savaşının kısa bir özeti.
Bilgiye ulaşan akılların din ile ilişkilerinin zayıflaması, bilgiyle donanmış akılların sorgulayıcı zihinleri her daim din düşmanı kabul edilmiş bilim şeytanlaştırılmış. Aptallık ve cahilliğin kutsandığı bir dünyada başka bir sonuç beklemek de mümkün görünmüyor.Sorgulamak, ben niye buna secde edeyim diye sorgulayan meleğin akıbeti ibretlik biş öykü olarak anlatılır ve bütün kötülüklerin anası sayılır. :İtaat et, sorgularsan dışlanırsın da duanın giriş kısmı tabi ki. Bilgi de itaati azaltıyor, imanı zayıflatıyorsa akılla iman barışamıyorsa , akıl gitsin o zaman temennisi de dinlerin en büyük duası oluyor.
Bir de cennetten kovulmayı şeytan Lucifer ile şehveti körükleyen Havva’nın üstüne attığınızda kendinizi vaftiz suyunda yıkanmış masum bir bebek kadar günahsız hissedebilirsiniz. Elbette şeytanı şeytani olan her şeye karşı çıkarak (bilim ve aydınlanma), Havva’yı da yaptığı kusur nedeniyle erkeğin eşyası haline getirerek o müthiş cenneti ne kadar hakettiğinizi Tanrı’ya da göstermeniz gerekiyor. O da yetmezse insanların içindeki en ufak ışığı karanlığa boğana dek masumların kanını dökebilir canını alabilirsiniz. Ne de olsa biz hala Venüs’ü görememiş sabah yıldızından haber alamamış bir kör karanlığın hüküm sürdüğü çağda yaşıyoruz.
İnsanların şeytanlaştığı yerde iblise ihtiyaç var mı ?
Ha unutmadan yakında elektrilikler en azından benim güzel ülkem için kesilecek Lux (lüküs) lambalarınızı hazır ediniz.
Adem havva ve lucifer
Gücün Ahlaksızlığı: Poseidon
İnsan zihninin derinliklerinden yaşamımıza tüm çirkinliğiyle sızan bir üçleme var: Erk(EK) – İktidar -Güç. Birbirine eşit/aynı olmayan ama birbirini tetikleyen bu üçlemenin egemen kültüründen sıyrılmak bizim gibi ölümlüler için bir ömür sürebiliyor. Kirlenmiş benliğimizi temizlemek; öyküleri baştan dinlemek, tersten okumak ve sonunda gerçeği bulmak için çırpınıp duruyoruz.
Genel ahlak gücün yaptığı ya da yapmadıkları üzerinden tanımlansa da (yani değişse ve başkalaşsa da) genetik olarak gücün bir ahlaksızlığı var . Kendi ahlaksızlığını genel bir ahlak olarak dayatmayı da aymaz bir biçimde kendine hak görüyor . Eğer bilincimiz bizi çeviren bilgi kirliliğinin altında yatan gerçeğe ulaşamamışsa, bir bilinç kırılması yaşayamamışsak gücün ahlaksızlığı, çok da popüler bir biçimde, bir genel ahlak yasasına dönüşebiliyor/dönüşüyor.Bu durum modern toplumun kuşatılmış bireyleri ya da tutsak edinmiş topluluklarında böyle değil. Geçmişte de kendisine hak olarak gördüklerini bir güce dayamış insanlar, insan toplulukları var oldular; o tarihten, o zihniyetten beslenen insanların barbarlıklarını bugün artık biz göğüslemek zorundayız.
Medusa?
Güç bize öyle hükmediyor ki, zihnimiz bile ,kendi kendine, güç sahibinin haklılığı üzerinde fetvalar vermeye başlıyor. Buna oto kontrol diyen var, oto sansür diyen var, güce taparlık diyen var ….. psikolojik birçok ad bulunabilir elbette ama bunun adı çok açık ki korkaklık. Doğrunun ve haklının yanında durma cesaretinin yitimi.
Şimdi yüzlerce tuvalde resmi , onlarca meydanda heykeli olan, denizlerin, fırtınaların tanrısı Posedion ile bakışaları taş kestiren kötücül Medusa’nın kesiştiği tarihe (kör talihe ) bakacağız ve meydanları neden Posedion süslüyor da Medusa saklanıp gizlenmek zorunda kalıyor diye soracağız. (Bugün de bu zalimliğimiz devam ediyor mu diye sormalıyız )

Tanıdık bir ahlaksızlık değil mi ? Ya da bu ahlaksızlık mı çok tanıdık, yoksa yapılan eylem karşısında susup güçsüzün cezalandırılmasına olur yolu açmak mı ? Gücün içindeki iktidarı , iktidarın içindeki erki ve kendi içinizdeki korkuyu görüp bütün ahlak kurallarını bir kenara iterek doğrudan değil, güçlüden yana tavır almak; bu büyük ahlaksızlık değil mi ? Nasıl oluyor da bir ahlaksızlık durumunu binlerce yıl sürdürebiliyoruz? Zor ama basit: tutumumuzu genelleştiriyor ve bir ahlak kuralı haline getiriyoruz. Posedion’ un ve Athena’nın her yerde tapınakları ve heykelleri var, 16.yy Avrupa’sında her yerde resimleri yapılmış.
“Ne kendi tapınağındaki kadını korumayan Athena suçlu, ne ona tecavüz eden Posedion suçlu. Cezalandırılması, dışlanması ve reddedilmesi gereken güzelliğiyle erki (erkeği) baştan çıkaran Medusa. ” diyebilecek yeni milyonlar aramızda dolaşıyor. Mitolojik bir hikaye değil, bir gazete haberi olabilirdi bu anlatı ve biz hiç yadırgamadan o haberi gazetenin 3. sayfasından okuyabilirdik.
Yazılar umutla bitmeli elbet. Çünkü gelecek büyük insanlığa doğru yol alıyor. Bu yazı da hikayenin arta kalanıyla ve de umutla bitsin.
Hani tecavüze uğrayan, sonra başı kesilen Medusa var ya.. İşte o tecavüzden iki çocuğu oluyor: Pegasus ve Chrsyar.
Pegasus hani şu kanatlı at. Deniz köpükleri gibi beyaz olan at.
Helicon dağında Heppocrene pınarı vardır. Ve rivayete göre göğe Pegasus’un toynağını yere vurmasıyla oluşmuştur bu pınar. Bu pınarda Museler, (Musa-Müzler) yani “ilham perileri ” yaşar. Bu yüzden Pegasus’un toynağının değdiği yerden fışkıran suya da “ilham kaynağı” denir. Şiir bu yüzden insanın umududur.
İktidara, erke, egemen olana tapanlara bir sözümüz var…. Kötülük bir köşede suskun suskun durmamıza neden olabilir ama, su bir yerden yatağına mutlak ulaşır.
“Hiç umut yok mu ?
Umut, umut, umut..
Umut insanda ” Nazım.
Adaletin Kuşu:Ma’at
Bir kavramın soyutlanması ve erdem haline getirilmesi onun yaşamdan dışlanması, olagan insanlar tarafından yapılabilir, uygulanabilir olmaktan çıkarılması demek. “Adalet” de herkesin düşünü kurduğu, kendine istediği, başkasında aradığı bir kavram. İtelenmiş, üstün bir bilincin gölgesine bırakılmış, yok sayılmış.
Tüm aptallıklarımız arasında ilk sıraya konacak olanı insan olmayı reddetmemizdir. Tarihsel sürecimizin biriktirdiği ne kadar insani ölçüt varsa onu tanrılara bağışlamamızdır. Vazgeçmek, hele iyiden ve güzelden vazgeçmek tanrıları insan kılarken bizi açgözlü bir hayvan kılmaya devam ediyor.
Bugün adaletin tanrısı Ma’at’ın kanatlarından bahsedeceğiz. . İnsanlar onu Güneş ve Ay’ın düzenli döngüleri, Nil’in yıllık taşkınları, istikrarlı yönetim ve toplumsal uyum aracılığıyla kavrardı. Güneş Tanrısı Ra’nın kızı ve Tanrıların Katibi Thoth’un eşiydi. “İki Hakikat” olarak bilinen bu tanrıçanın en başlıca görevi; firavunların yer tanrısı Geb’in tahtına ne ölçüde layık olduklarını belirlemekti. Saçına yüksek bir tüy takmış ve bazen de kanatlara sahip bir kadın olarak tasvir edilse de Ma’at sadece bir tanrıça değil, yaratılmış evrenin düzenleyici ilkesi ve varoluşun tasarımını mümkün kılan yasa olarak kabul edilir ve bu yasa, firavundan sade vatandaşa kadar, hatta tanrılar dahil herkes için geçerlidir. İnanışa göre; bir ruh Osiris’in karşısına çıkmasını sağlayacak yoldaki tüm tehlikeleri atlatınca Tanrı Anubis’in rehberliğinde İki Hakikat Sarayı’na girerdi. Orada 42 yargıcın önüne çıkarak nihai hüküm sürecinden geçerdi. Bu süreçte işlediği günahlar bir liste halinde yüzüne okunur, ardından Anubis ölünün yüreğini terazinin bir kefesine koyardı. Terazinin diğer kefesinde ya Ma’at oturur ya da onun tüyü dururdu. Terazi dengedeyse Thoth ölünün “doğru sözlü” olduğunu bildirir, ruhu Ölüler Diyarı’na alınırdı.
Adaleti çalınmış bu dünyada adalet yerine hukuk icad edilmiş Ma’at’ın kanatları yolunmuş, onun yerine güçlünün sözünün hüküm kılındığı akbabalar türemiş .Anubis’in İki Hakikat Sarayı yerine zorbaların ihtişamlı korunakları geçmiş. Daha kötüsü adalete olan inancımızı yitirmişiz.
Nazım bir şiirinde
“Ne diyeyim, dilerim ihtiyacı olan birine gidiyordur bizden aldıkları umut!
Dünya adaletsiz çocuk!
Dünya zorba.
Elbet eşitleneceğiz o gün kıyamda.
Bu kekeme, toz ve duman sözlerimi iyi belle, Bahara kalmaz, gelirim yanına.”diyor.
Eşitleneceğimiz kıyamın şerefine, o günün umuduna içimizdeki insanı öldürmeden , insani olan her şeye sahip çıkarak ve onu başkalaştırmadan yapalım. Erdem haline getirdiğimiz her şey bizden koparılmış bir parçadır. Geri istemeyi de almayı da bilelim.Yoksa Firavunların adaletini onların akbabaları sağlayacak.
Sappho ve Kadınların Lirik Direnişi
Kadınların Lirik Direnişi
Şiirin erkek işi olduğu ve kadınların duygularını dışa vurmaktan çekindiği üzerine genel tezlerin ardında erkek egemen dilin kullanım alanının genişleyip kadınlara dil ile bilinci sadece savunulası bir alana sıkıştırarak kısırlaştırmak istenci olmasın ….
Ne yalan söyleyeyim başlangıçta ben de (Gülten Akın’la tanışana dek) kadınların bırakın şiir yazmayı, şiir yazmak için nedenlerinin olmadığını düşünüyordum. Malum kasıklarımdan aldığım her şeyi söyleyebilme gücü ve hakkı her yanımı sarmış ve sözün , hükmün egemeni olarak kendimi (erkekleri yani) ilan etmiştim. Kadınlar şiir yazamazdı ;çünkü beyinleri onlara böyle derinlikli bir ilişkiyi kapsayacak otoriteyi vermiyordu.
Yanılgı… yanılgı… yanılgı.. Ön yargılarım ve yanılgılarım bir iki basit bilgi ile nasıl yok oldu ?
İlk Şair Bir Kadın mı ?
Önce İstanbul Arkeoloji Müzesinde Dünya’nın ilk yazılı şiiri sergileniyor fısıltısına kanarak gittiğim müzede gördüğüm yazıyla irkildim… Üstelik Türkçe’sini okuduğum şiir fazlaca ateşli ve bir o kadar da sahiplenici idi.
Sümerce çivi yazılı tablet, 1889 yılında Bağdat’ın 150 kilometre uzağındaki Sümer kenti Nippur’da bulunmuş. Şiirin hikayesine gelirsek; Sümer inancına göre, toprağın bereketini ve toprağın verimli olmasını sağlamak amacıyla, Kral’ın yılda bir kez Bereket ve Aşk Tanrıçası Enlil yerine bir rahibe ile evlenmesi kutsal bir görevmiş.Bu şiir büyük bir olasılıkla Kral Şusin için seçilmiş bir gelin tarafından yeni yıl bayramını kutlama töreninde söylenmek üzere kaleme alınmış. Yani…. dünyanın yazılı ilk şiiri üstelik allı ballı olacak kadar erotizm ve kendini adayacak kadar fedakarlık dolu sağlam ruhlu şirini bir kadın yazmıştı.
Şiir şöyleydi:
Damadım, kalbimin sevgilisi/ Güzelliğin büyüktür baldan tatlı/ Aslan, kalbimin kıymetlisi
Güzelliğin büyüktür baldan tatlı/ Benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır
Yatak odasında bal doludur/ Güzelliğinle zevklenelim/ Aslan seni okşayayım
Benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır/ Damadım benden zevk aldın
Annem söyle sana güzel şeyler verecektir/ Babam, sana hediyeler verecektir.
Sen beni sevdiğin için/ Lütfet bana okşayışlarını/ Benim Tanrım, benim koruyucum
Tanrı Ellil’in kalbini memnun eden Şusin’im/ Lütfet bana okşayışlarını
Bu ilk şok, kadınların sözcükleri kullanırken nasıl da bütün iktidarı yerden yere çarptıklarını göstermişti bana, üstelik tutkulu, bir hizmetkar olsa bile sahiplenici… orta doğunun tam kucağında , kadının itilip kakıldığı coğrafyanın en kanlı yerinde bir tablet … bir şiir .. ve o şiirin sahibi bir kadın…
Soppho
İkinci deneyimim ise Yunan şair hakkında bir kitabın kapağını açtığımda oldu.. Adını ilk defa duymuyordum ama hayatı hakkında ilk kez bir kitap ookuyordum.. Kitabın 12. sayfasına gelene kadar bir sorun yaşamadım.. Daha doğrusu eski bilgilerimden beni uyandıracak herhangi bir bilgiyle aymadım. 12 sayfada yandaki resmi görünce herhalde yanlış basıldı ya da şairin şiir yazdığı kadınlardan biri diye düşündüm… Ancak kadının elinde kalem ve defter bulunuyordu. Var bunda bir hinlik diye hızlıca karıştırdım . Ve şu ibareyi görünce kadınlar ve şiir bağlamında kadına bakış açım tamamen değişti… neydi o ibare “Antik yunan lirik şairi, Afrodit kültü rahibesi”
Rahibe… Bir kadın olmanın dışında bir rahibe, bir adanmış ve lirik şiirin de kurucusu.. Yani gönlünden geçenleri serbestçe söyleyebilen, isteklerini ve duygularını ortaya döken bir şiir anlayışının kurucusu… Sappho, takriben Milattan Önce 600’lü yıllarda Midilli adasının ‘Lesbos’ kentinde aristokrat bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiş. Başından sorunlu bir evlilik geçen şaire hayatının önemli bir bölümünü bir kız okulunda öğretmen olarak geçirmiş. Bir denizciye yahut diğer bir rivayete göre bir öğrencisine aşık olan Sappho, aşkı yanıtsız kalınca Midilli kayalıklarından atlayarak intihar etmiş. Sappho’nun günümüze natamam gelen şiir sayısı sadece dörttür.
Vay canına.. sözcüklerin kudreti yaşamından geliyor belli.
“Ne garip! En iyi davrandıklarım
Bugün en çok incitenler beni.”
diyen oldukça kıskanç ve umutsuz … Dünya’nın en önemli şairlerinden, üstelik ilklerden biri.
Belki çeşitli dönemlerde biz bu lirik direnişi kırdık yok ettik.. kadınlar sözcüklerini saklar erkekler laflarını esirgemez oldular.. Ama tarih gösteriyor ki aklın ve bilincin aynasında ve dilin ikliminde de kadınlar var.. Fırsatını buldu mu güldür güldür akan bir nehir gibi..
Anne Frank’ın Günlüğü ve Büyümeyen Ölü çocuklar
Kirli savaş terimi bazı savaşları temize çekiyor mu bilmem ama tüm savaşların kirlettiği ilk şey çocukların bedenleri ve zihinleri.
Yeni bin yılın ahlaki olarak başkalarına eziyeti hak görmesinin ne orta çağdan ne de kendisinden önceki yüzyıldan bir farkı var . Geçtiğimiz yüzyılın bize aktardığı ibretlik hikayelerin hiç birinden ders almadığımız gibi, yenilenen zulümleri görmezlikten gelecek kadar kör bir bilince sahip olduğumuzu da inkar etmemek gerek. Silinmiş hafıza bu çağın vebası. Bu yüzden hatırlamak ve hatırlatmak birinci görevlerimizden biri.
Anne Frank’ın Günlüğü ve Büyümeyen Ölü çocuklar
Anne Frank 12Haziran 1929’da Yahudi bir anne babanın çocuğu olarak Frankfurt Am main’da doğmuştur.Almanya’da yükselen Nazizm’in korkusuyla aile 1933 yılında Amsterdam’a taşınır. Adolf Hitler‘in Hollanda’ya girmesiyle birlikte, buradaki Yahudilere Almanya’daki gibi kısıtlamalar getirilir. Ablası Margot’la birlikte sadece Yahudilerin okuduğu okulda eğitim almaya başlar.Artan baskılar ve toplama kampları yüzünden Anne Frank, 14 yaşındayken babasının ofis binasının arkasında bulunan gizli bölmede saklanmaya başlar. Beraberlerinde aile dostları 4 kişi daha vardır. Burada bir hapis hayatı yaşarlar ve ailelerin dış dünyayla bağlantısını ve ihtiyaçlarını bir dostları sağlar. On üçüncü yaş gününde kendisine hediye edilen bir ajandayı günlük olarak kullanmış ve saklandıkları iki yıl boyunca yaşanan olayları günü gününe yazmıştır. Yazdığı yazılar Kitty adında birine ithafen yazılmıştır. İki yıl sonra saklandıkları yer polis tarafından basılır. Tüm aile toplama kamplarına gönderilir.Anne Frank, ablası ve annesi sefaletin, açlığın, pisliğin ve bitmez tükenmez eziyetlerin olduğu bu kamplarda yaşamlarını sürdüremezler. Anne Frank’ın savaşın bitmesine iki ay kala 1945 Mart’ında Bergen-Belsen toplama kampında öldüğü bilinmektedir.
Babası Otto, Kızılordu’nun kurtardığı kamptan sağ kurtulmuş ve savaş sonrasında önce isimleri değiştirerek sonra gerçek isimlerle Anne’nin günlüğünü yayımlamıştır.
Anne Frank umut etmenin ve korkmanın yanında günlüğüne ilişen son cümlelerden biriyle de akılda kalasıdır: “Her şeye rağmen insanların iyi bir kalbe sahip olduklarına inanıyorum.”
Yazma nedenini “kağıtların insanlardan daha sabırlı ” olmasına bağlayan Anne’nin hikayesinin acıklı bir tarafı yok . Acınılası olan, bizlerin çocuklar üzerinde süren zulmü etnik ve dini ayrımcılık adı altında hala onaylıyor oluşumuz. Zehirlenmiş bilinçlerimizin onayladığı zulüm Filistin’de, Sur’da, Myanmar’da, Suriye’de …. çocuklarla şiddetin buluştuğu her yerde devam ediyor. Kirlenmiş dilimiz de vahşetten ve nefretten başka bir çağrıda bulunmuyor.
Büyümeyen ölü çocukların ve ruhu öldürülmüş çocukların büyüklerin günahlarına kurban edilmesi ilk değil ki….
Konuyu ele alan bazı filmler :
http://www.sinemalar.com/film/5416/anne-frankin-guncesi
Anne Frank Remembered (1995) – IMDb
Nesimi ve Kime Ne Deme Cesareti
Suriye’nin başkenti Şam ama ruhu Halep, eski şehrin duvarları mermilerle bombalarla yıkılırken Suriye’nin ve bilcümle Orta Doğu’nun onu ayakta tutan ne kadar değeri varsa onlarda yerle bir oluyor.
Herkesin sanki dine yeni girmiş ve dinin modern seküler kavramlarla kavgası sonucu ortaya çıkmış bir anlayışın (Selefilik) kurbanı olarak gördüğü bir kent Halep. Oysa Halep’in duvarlarını yerle bir eden, Halep’i harap eden korkunç gerçek; Halep’in topraklarında yüzlerce yıldır yatıyordu. Tıpkı bizim topraklarımızda yüzlerce yıldır yatıyor olması gibi. Tabiatı gereği kendi dışında bütün herkesi başkalaştırabilen ve başkalaştırdığı herkesi düşman edebilen bu anlayış, üç beş damla kan görünce serpiliyor ete kemiğe bürünüyor ve acımasız bir katil olarak karşımıza dikiliyor.
“Kime Ne? “Diyecek Cesareti Bulmak
Doğumu ve yaşamı hakkında bilgimiz çeşitli rivayetlere dayansa da ölümü hakkındaki bilgimizin bize dersler sunduğu Nesimi 1369 yılında doğuyor.Nesimi’nin eğitiminin bir kültür çevresinde geçtiği ve tıp, astronomi, matematik ve mantık bilimlerini de ihtiva eden derin bir İslam eğitimi alıp yetiştiği kabul edilmektedir.Bu eğitimden sonra önce Sibli’nin müridi olmuştur. Sonra Hürufilik kurucusu Esterabadi Fazlullah Naimi’nin (1339?-1394) hizmetine girmiş, ondan yakın eğitim ve terbiye almıştır. Onun taraftar toplama seferlerine mürşidi olarak iştirak etmiş; onun yoldaşı ve çok geçmeden onun halifesi olmuştur. Onun kızı ile de evlenmiştir. Böylece Nesimi, Hurufilik abdallar zümresinin başı ve yol göstericisi olmuştur.I. Murad Hüdavendigâr döneminde Anadolu’da Osmanlı topraklarına da gelmiştir.
Fazlullah’ın öldürülmesi üzerine Azerbaycan’dan ayrılıp Türkçe şiirleriyle tanındığı Anadolu’ya gelen Nesimî’nin, I. Murad devrinde Bursa’ya ulaştığı ve burada iyi karşılanmadığı anlaşılmaktadır. Kendisinin de Hacı Bektaş-ı Veli‘den etkilendiği ileri sürülmektedir. Ayrıca Hacı Bayram-ı Veli ile görüşmek için Ankara’ya gitmiş, Hurûfilik’le ilgili fikirleri sebebiyle huzura kabul edilmemiştir. Ancak Ali Şîr Nevaî’nin Nesimî hakkında övgü dolu sözler söylemesi onun Orta Asya Türk dünyasında önemli bir kişilik olduğunu göstermektedir. Hatta bir kısım Anadolu Beylerini de etkilemiştir. Anadolu’da fikirlerini yayacak ortam bulamayan Nesimî o tarihte Hurûfiler’in Suriye’deki en önemli merkezi olan Halep’e gitti. Halkın yanı sıra Dulkadiroğlu Ali Bey’le kardeşi Nâsırüddin ve Karayülük Osman, Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah gibi devlet adamları da fikirlerinden etkilendiler.Tanrı’nın insan yüzünde tecelli etmesi” ve “vücudun bütün organlarını harflerle izah” gibi fikirleri dönemin dini yetkililerince tepkiyle karşılandı. Bir süre sonra Halep uleması, görüşlerinin İslam’a aykırı olduğunu ileri sürerek öldürülmesi için fetva verdi. Mısır Çerkes kölemen hükümdarı Muavyed Şeyh‘in onayını alan saltanat naibi Emir Yeşbek tarafından derisi yüzülmek suretiyle 1417 yılında öldürüldü. Cesedi Halep’te 7 gün teşhir edilmiş, sonrasında vücudu parçalanarak birer parçası inançlarını bozduğu düşünülen Dulkadiroğlu Ali Bey’le kardeşi Nâsırüddin ve Kara Yülük Osman’a gönderilmiştir.
Elbette hikayede İslam ve mezhepçilik gibi. Sünnilik ve Şiilik gibi çeşitli çatışma unsurları var. İslama bu kadar içten bakma gereği duymuyorum, çünkü o öykülerin sonunda anlatıcılar haklı çıkıyorlar. Anlatıcıların haklı çıktığı ve bugüne hiçbir faydası olmayan öykülerin canı cehenneme.
Nesimi!nin en bilinen şiirlerinden birinde geçen
“Sofular haram demişler bu aşkın şarabına
Ben doldurur,ben içerim,günah benim kime ne” dizeleri bizi ilgilendiren …
Halep!te başkalarının inançlarına ters düştüğü için derisi yüzülen Nesimi bugüne çok mu yabancı? Bugün olan bitenden çok mu uzak başkalarının inançlarının bizleri baskılaması ?
Yüzlerce yıl önce Halep’in konuğu olmuş ve inançları yüzünden Halep’te derisi yüzülmüş büyük şair Nesimi’nin cümlelerindeki “Kime ne?” vurgusunu anlayamayan bizler zorbalaşmış aptallara derdimizi anlatırken ne yazık ki yaptıklarımıza ve onların inançların geldiği bu son aşamaya mantıklı izahlar bulmaya çalışıyoruz. Bu mantıklı izah ve kelamlarımız bizi bekleyen sondan uzaklaştırmayacak. Kendisini dinine uyduracağına dini kendisine uydurmuş ve sonuçta barbarlaştırmış, başkalarının yaşama hakkı olmadığını ve tez elden cehenneme gitmesi gerektiğini düşünen insanlarla uzlaşmak temelinde bir yaklaşımın bedeli tüm özgürlük ve kazanımlarımızı kaybetmek olacaktır.
“Kime ne” deme cesareti gösterene kadar özgürlüğümüzü başkalarının ellerine bırakacağımızı unutmamalıyız. Kime ne demeden de bu özgürlüğü daha fazla koruyamayacağız. Yoksa yaşantılarımıza ve yaşamınıza gözlerinde sizin hiçbir önem arz etmediğiniz insan kalabalıklarına kurban edilip gideceksiniz/gideceğiz.
İnançlarınızı sorgulayan herkese en azından “sana ne” deme cesareti gösterin.