Ey ateş,
saklanamazsın kıskıvrak bir gölgede
dedi içinden ve kanatlandı.
rüzgar kesmiş bir buluta hevesle
çocukların çığlıkları arasında
kalan bir uçurtma gibi havalandı.
Ey ateş,
soğutmaz denizler yanık tenleri,
inkar edilmiş kelimeleri…
evet duaları bir şiire dönüştürmek mümkün
belki çocuk dilinde,
tekrar tekrar mırıldanmak
yahut tutmak cebinde, ezberinde .
Fakat hayırlıdır yine de Simurg gülüşü
seni mahşerde diriltecek olan
ve hiç duyulmayan bir duadan.
Ey ateş ,
efkarı dünde kalanın mümkün mü
kafes ile imtihanı,
Bu yüzden kuşların kafesindeki neşesi.
göğümü daraltan bu sabrı
söküp attım içimden.
ben felaketlerden öğrendim kıyameti
bedenimi nasıl kavuruyor bilsen
alınmamış öçlerin zehri.
Ey ateş,
sığınaklarına alışmamalı insan,
kaçmak öldürmektir özgürlüğünü.
öğrenmedik mi barikatlar kurmayı
satırları çizili kitaplardan
öğrenmedik mi yeniden dirilen o simurg gülüşü
bir bayrak gibi yüzümüzde taşımayı .
Ey ateş,
ey kıvılcımdan doğma cehennem
unuttuklarımı bağışladım
ama unuttum da bağışlamayı.
Kategori arşivi: Tarih ve Mitoloji
Megalos Pyrgos (Büyük Burç)
“Bütün fersiz dolunaylara kaldırıyorum kadehimi
taş olduğunu saklayan bütün parlak nesnelere “
Küçük martı kanatlarını ilk açtığında
bir lodos esiyordu İstanbul’da
sindi, çekindi boşluğa bırakmaya kendini
alıp götürür diye korkuyordu rüzgarın elleri
uzak diyarlara…
Küçük martı bekledi bir apartman bacasının arkasında
dinsin diye bu zamansız fırtına
oysa dedi annesi,
balıklar anavaşya yaptılar
ve yaklaşıyordu aç kalma tehlikesi
Küçük martı dolunaydan arta kalmış bir sabah
yorgun bir gökyüzüne bıraktı kendini
uzun gagasının deldiği yerden
yükseldi boğazın eğriliğine
hayret içinde ve belki de
kendini alkışlar gibi çırptı kanatlarını
kalbi öyle hızlı atıyordu
ki yoruldu
ya da başka bir korku
girdi yüreciğine.
Aradı gözleri bu bitmez yolculukta bir durak
suların ardında yükselen o büyük taşa bakarak
ferahlattı kendini.
bir yarım kavisle kondu Galata’nın korkuluklarına.
Güneş gölgesini sağından alıp soluna düşürdü
birbirini hiç tanımayan, birbirinden uzak insanların
gölgeleri diğerine karıştı
insanlar dedi küçük martı
bir nehre benziyorlar
ama yeşermiyor gelip geçtikleri yerler
insanlar ateşten bir nehre benziyorlar.
Büyük burcun pencerelerinden ekmek attı ona bir çocuk
gel pisi pisi dedi onu kedi sanarak
böyledir işte insan seni en olmadık şeye benzetir
ve belki sende olanı yok sayarak
aynılaştırır, ötekileştirir.
oysa her şey biriciktir,
şimdi bile, geri dönüp baktığında değişir.
Hoyrat bir çığlık attı
ve kanatlarını açtı iki yana
çünkü ağlarını sudan çekmiş
balıkçılar yaklaşıyorlardı limana.
uçup kondu bir mendireğe
baktı bir fırsat doğar diye gelen teknelere
güvertesinde denizanaları can çekişiyordu,
ve solungaçlarından kanıyordu balıklar.
insan diye düşündü
iyi ki sevmiyor etimizi
iyi ki koparılıp gökten bir meyve gibi
kanlı bedenlerimiz serilmiyor bir yere
sonra aldı gagasının arasına
çırpınıp duran bir istavriti.
genlerinden bilirdi ki bu şehirde
ganimet, en büyük nimetti.
Döndü büyük burcuna
akşamın altısında
güneşin arkasından döküldü yıldızlar
gece denen denize
ah, o şehrin ışıkları yok mu
onun yüzünden boğuldular karanlıkta yıldızların çoğu.
Ve gece büyük bir davete gider gibi
ışıltılı bir elbise giydi
kalbi taştan yapılmış büyük burç.
küçük martı boynu gövdesinde uyuyordu.
ve güzel bir düşten uyanır gibi arada
iç geçiriyordu.
böyle anlarda ağzı gemlenmiş doğanları
kafasında kukuletası olan kartalları
hatırlardı
bırakıp kendini boşluğa
kanatlarının altından bütün şehre bağırırdı
iyi ki yaramıyorum işinize
iyi ki
iyi ki …..
Suskun Kilit
su kainatın bestekarıdır, derler.
dağların arasına sokulmuş gümüş bir hançer,
hünerli bir sabaha uyandırır seni.
su kainatın bestekarıdır,
dinle ondan hakikati.
Sicim yağmurun da sıfatıdır
uzayıp gider göğe doğru.
Efulim efsun kokar toprak sonra
Düşün
Şişman bir ekvatordan yükselmiş bu bulutlar;
Akıp gelmiş İstanbulu’un boğazına
Gökte bizim görmediğimiz bir nehir var.
Kopup bir yıldız gibi düşüyor damlalar
saçların belki ondan parıltılıdır
ondan yakışır karanlık sulara yakamozlar.
Suskun bir kilit olarak duruyor dilimiz
becerememiş işte su gibi akmayı
gerçeği billur bir cam gibi ortaya bırakmayı.
ama hakikat
balçıklanmış toprak gibidir
bin bir şekle giren bir Mandrake
ruhsuzluk zerk eden bir yılan …
Suskun bir kilit olarak duruyor dilimiz
Anahtar deliliğinde delilikler
Su görse, güneş sarsa patlayacak tohumlar
Ve sustuklarından yorulmuş anlar var.
her gerçek biraz da kendini saklar
Efulim, bu yüzden efsun kokar masallar .
Önce söz vardı derler yalan
önce suskunluk vardı,
hem de uzun uzun hem de alaca alaca
sesi titremeden konuşan
ilk sözü aldı .
Kırağıya döndü nefesindeki nem .
boğuk bir çığın altında kaldı
sözcüklerin en adanmışı.
Efulim, kadehler şarap içmez
oysa insan öyle midir?
neyle doluysa onla zehirler kendini.
Bizi de bu geçmiş zehirlemedi mi ?
Su doğanın bestekarıdır, derler.
hakikat onun taşları yontan sesinde gizli .
Avucunda beyazlaşan,
yatağında mavileşen teninde gizli.
Suskun bir kilit olarak duruyor dilimiz
Oysa koca bir nar gibi çatırdamak var
bir lav gibi yaka yaka akmak var.
Efulim, çiseleyip durmakta yağmur
Ayakları yere değmekte
gökteki büyük nehrin.
Kavisli suya karışıp gitmekte zaman
bulanık bir hakikat bırakmış çocukluğun
yorgun irisinde gözlerinin
O da gülümseyip dursun
o da gülümseyip dursun…..
Elpis / Tükenmeyen Umut
Umut güzel bir sözcük. Geleceği farklı kılabilme ihtimali. Bu bazen bütün dünyaya ilişkinken (ütopya) bazen o insanın kendi kaderini yenebilmesi üzerine kurulu.
Çoğu kez boş bir hayal, karşılık bulmayan bir çaba, sonuçlanmayan bir beklenti.
Mitolojide umut hakkında çok güzel bir öykü var. Çoğumuz biliyoruz;biliyoruz ama ona yeniden ve umutla bakma becerisi gösterebiliyor muyuz? O bilinmez.
Önce hikayeden başlayalım.
Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a, balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekâya sahip Pandora’yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora’ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz/kutu hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Ancak son anda kutuyu kapatır bu da insanların içindeki “umut”tur.
Dinsel metinlerde Cennetle bahşedilmiş Adem’e Havva’nın hediye edilmesi ve bir yemişle başlayan Dünya serüvenlerine çok benzeyen bu hikayenin birden çok anlatısı var. Hepsi de Pandora’nın basiretsizliği ya da yenemediği merakı üzerine kurulu.
Ancak öyküyü farklı okuduğunuzda Pandora’nın yaşamı başalattığının farkına varıyorsunuz. Yani kozmik zaman dışında Pandora’nın başlattığı şey hem kendi biyolojik zamanı hem de tüm insanlığın ortak yaşamının başlangıcı. Promethus’un ateşi kullanmayı öğretip bedeller ödediği insan; aslında kendi aydınlanmasını Pandora’nın kutusuyla başlatarak, asıl ateşi içine alıyor, ruhuna ve aklına salıyor. Bütün her şeyin karşısına dikilebilmesi için önce bütün her şeyin onun dışında varolabilmesi; sonra da o diklenme için kutunun dibinde kalan umuda sahip olabilmesi gerekiyor.
Kutuda olan umut öyle sahipsiz de değil, onun bir adı var: Elpida (Elpis)…
Elpis, Yunan mitolojisinde umudun tecessümü, vücut bulmuş hali ve tanrıçasıdır. Nyx’in çocuğu, Pheme’nin ise annesi olduğuna dair iddialar vardır. Genellikle genç bir kadın olarak resmedilir. Tasvirlerinde çoğunlukla çiçekler (özellikle de zambak) veya cornucopia (içinden meyveler saçılan boynuz – bereket simgesi) taşır. Roma mitolojisindeki karşılığı Spes’dir.
Bugün geçerliliğini koruyan inançların çoğu insanın cüzzi iradesiyle külli iradeyi aşamayacağını söylüyor.Kaderi yaşamak ve yazgıya şükretmek imanın gerekliliklerinden biri.Bu düşünce yani kendi başlattığını bitirememe ve değiştirememe “becerisi” insan özgü bir yabancılaşmadır. Doğa ve onun kanunları karşısında (özellikle de ölüm) artan denetimine rağmen insanın iradesini başka güçlere teslim etmesidir yabancılaşma.(Öğrenilmiş çaresizlik diye de süslenir adı) Her ürettiği kendisinin biraz daha eksilmesine, her eylemi biraz daha pasifleşmesine ve gücünü her kullanışı biraz daha güçsüzleşmesine yol açmaktadır.
Azalıp azalıp hiç tükenmeyen Elpida yol gösterici bir tanrıçadır. İnsanın büyük yabancılaşmasını yenmesinin yegane yolunu göstermektedir bize. “Umut etmek” tanrılarda olmayan bir özelliktir çünkü ölümsüzlerin, kaderi aşan varlıkların, bir yazgıya hapsolmamışların umudu ihtiyacı yoktur.
Oysa yaşamın başlangıcını yaşadığı büyük yabancılaşma yüzünden(cennetten geldiğini ve baştan kaybettiğini düşünür) yenilgi sanan insanın “umut etmek” ve “umut ettirmek ve “birlikte ummak”tan başka yolu yoktur.
Marks tüm yabancılaşmaların “insanın bilinçsiz faaliyetleriyle ortaya çıktığını ve yine insanın, bilinçli toplu eylemleriyle değişebileceğini” söyler.
Pandora’nın son anda yaşadığı pişmanlık ile kutuda bıraktığı umut, rastgele bir biçimde değil,bile isteye o kutudan çıkmalıdır.
Bu yüzden seslenmeliyiz….
Daha yüksek söylemeliyiz….
NEREDESİN BE ELPİDA….
Gül Dalı
*Hıdır Aslan ve İlyas Has’ın anısına
Su ateşten ne içer de döner güle ?
İnce kollarıyla bir gül dalı
nasıl taşır Hıdır ile İlyas’ı ?
Su ateşten ne içer de döner güle ?
Ab- ı hayat dediğin
dar ağacında sessiz bir gülümseme
bak benim de dudaklarımda şimdi
bir yıldızı avuçlarında tutar gibi .
Su ateşten ne içer de döner güle ,
Ay ışığında bir gece ?
ipince bir gül dalı
nasıl taşır ilmeklenmiş düşleri ?
Taşır elbet ;
-bütün yaftaları boynundan çıkararak-
buluşarak bir gül gibi
kızıla çalan göğün altında…
tomurcuklanarak sana değen ellerle
yumruk büyüklüğünde…
Su ateşten ne içer de döner güle ?
Umut bence, umut bizce…………….
Engelliler Haftası ve HEPHAISTOS
Mitoloji ortak bir bilinçaltı gibi işliyor. Mitolojik öyküleri okumak da bir çeşit kolektif bilincin dışsallaşması ve hatta kusulması gibi. Okuduğumuz her öykü bize “insanın” insanlaşma sürecinde nasıl yitip gittiğini, hangi dolambaçlı ve çetin yollardan bugüne çıktığını gösteriyor.
Engelliler haftası nedeniyle televizyonlarda, sosyal ağlarda gözümüze birçok mesaj ilişti. Yayınlanan onca mesajın ince işçiliğine katılıyorum da toplumsal yaşamımızın onlar için gerektiği kadar adil olmadığını görerek üzülüyorum . ideali göstermek ile ideale yönelmek arasındaki tutum/tavır farkı ikiyüzlülüğümüzün göstergesi olmaktan başka bir şey değil.
Bir gün işe yaramaz televizyonda bir belgesel izledim. Yok, hayatım değişmedi; ama haya konusunda bir değişim yaşadığım inkar edilemez. İzlediğim belgesel “Kör Maymun” du. Belgeselde Çin’in Taihang Dağı’nda kör bir yavru maymunun hayata karşı mücadelesinde, içinde yaşadığı maymun topluluğuyla dayanışma ilişkisi anlatılıyordu. Maymun topluluğu; merhamet ve dayanışma ilişkisiyle bu kör yavruyu hayatta tutmaya, yaşatmaya ve hayatı onun için kolaylaştırmaya çabalıyordu.
Bugün bütün insanlığa itelenmeye çalışılan “hayatını kar üzerine kur” ilkesinin, bizi maymunların gerisine attığı görme utancı da bize kalsa gerek.
Sonra döndüm, geçmiş toplumlarda engelliler hakkında ne düşünülür, ne hissedilirdi acaba diye mitolojik öyküleri taradım.Gözüme bir halk kahramanı gibi duran ve tanrılarında bütün maharetlerine rağmen dışladığı Hephaistos ilişti.
HEPHAISTOS
Ateşin ve zanaatkarların tanrısı Hephaistos aynı zamanda Olympos Dağı’nın demircisiydi. Volcanlara ve demir cevherine hükmedebiliyordu. Athena’yı tek başına dünyaya getiren Zeus’tan öç almak amacıyla, Hera’nın onu Zeus’un katkısı olmaksızın doğurduğu söylenir.Çirkinliğinden ve topal ayaklarından dolayı Hera tarafından istenmediği için denize atılır.
Hephaistos kılıksız görünümüne karşın en güzel tanrıçalarla evlenmeyi başarır. (annesine bir tuzak hazırlar ve bu tuzaktan onu kurtarmayı tek bir şartla kabul eder: Tanrılar katına kabul edilmesi ve güzeller güzeli Afrodit’in kendisiyle evlenmesi.)Yunan şair Hesiodos’a göre ,Kharislerin en genci olan Aglaia(”görkem”)onun karısıdır.Ama geleneksel kaynaklarda Aphrodite’yle evlendiği belirtilir.Karısı onu Ares’le aldatınca, boynuzlanan tanrı, diğer tüm tanrıların acımasız alaylarına maruz kalır.Ama dört dörtlük bir zanaatkar olan Hephaistos, Hermes’in miğferi, Aphrodite’nin kemeri, kahramanlar için zırhlar ve hatta ilk kadın Pandora gibi harika şeyleri yaratarak onlara hizmette bulunur. Hephaistos çocukluğunda kendisine sığınak sağlayan tanrıça Thetis’e bir iyilik olarak,o ğlu Akhilleus için Troya Savaşı’nda kullanmak üzere bir kalkan yapar.
Aslında öykü ve kahramanımızın yaptığı liste uzar gider de burada fazla oyalanmaya gerek yok. Mitolojik öykü şöyle kabaca bir gözden geçirildiğinde ah insan vah insan sen maymun bile olamamışsın demek gerekiyor. Neden mi ?
1- Zeus tek başına çocuk yapınca dünyalar güzeli Athena, Hera tek başına yapınca çirkin ve engelli Hephaistos . Güzellik ve çirkinlik aynı edimi kimin ve hangi cinsin yaptığına göre değişik sonuçlar veren bir ahlaki yasa gibi. Edimin kendisi yasak değil, ama edimi gerçekleştirmek bir hak. Baskın erkek anlatımın kadınları mahrum ettiği bir hak .
2-Onu annesi de dahil kimse sahiplenmiyor. Bütün becerilerine karşın toplumundan dışlanıyor. Annesinin denize atmasının nedeni onun korkunç görüntüsü değil, bunun sonucunda ayıplanmaktan utanması. Baskılarla örülmüş bir toplumun dışlama etkisinin yarattığı suç.
3-Tüm tanrılar Hephaistos’un becerilerinden yararlanır, yani engelleri emeğiyle aşar. Yaratıcıdır. Kaderinin kırılganlığı ile demiri dövüp sert nesneler yapması arasında bir denge var. (hayret) Ancak tüm romantik metinlerde çirkin ve topal bu tanrının iyiliksever olduğu ve insanlar tarafından çok sevildiği de belirtilir. (Acıma duygusu mu o) Biraz da ezilmiş tanrıya kendilerine daha yakın bulan, kötücül bir dünyanın zavallı insanlarından kaynaklanır bu yakınlık.
4-“İyinin kaderi kötüye düşer diken arasında kalmış gül gibi” diyor ya üstat. Arzu ettiği ve hak ettiği mutluluğa hiç bir zaman tam olarak ulaşamamış Hephaistos. Onu sevmeyen ve sürekli aldatan Afrodit ile olan evliliği ona mutluluktan çok acı ve utanç getirmiş. Bu birliktelik zaten bir zorlama sonucu olmuştu falan filan … Öyle değil; genel öykü anlatıcıları kahramanımızın güzel olanla birlikteliğini hak etmediğini söylerler. Bu aldatılması içinde bir gerekçedir aynı zamanda. Hak etmemek. Hak görmek bunlar ahlaki değerlendirmeler. Adalet arayışı değil…
Daha çok madde de yazılır bu öyküye de. Lafı ana merkezinden uzaklaştırmamak gerekiyor.
Şöyle kendimize bir soralım, kör bir yavruyu yaşatmaya çalışan maymun topluluğuna mı benziyoruz; yoksa çirkin ve topal diye maharetli bir adamı dışlama çalışan Olimpos tanrılarına mı?
Yani efendim hangisi daha çok insana benziyor?
yani hangisi sensin?
Aşk ve Ruh/ Psykhe ve Eros
Antik dünyanın ince zevklerinin, aşılamayan coşkunluğunun , masalsı bir yaratılışa hükmettikleri mitolojilerinde saklı olduğuna inanırım. Mitoloji onların temel evrensel yasalarını, toplumsal ahlaklarının köklerini belirlerken dünyaya bakışlarıyla tümsel bir sanat anlayışlarını da doğurmuş.. Zarif ve güçlü…
Zeugma’da gözleri restorasyondan şaşı olmuş mozaiği hatırlarsınız. Bütün cahilliklerimizin (belediye başkanı olan kadın , ayakkabısıyla tanıtım yapıyordu mozaiklere basa basa) arasından birileri bir bilgi sitesi yapmayı akıl etmiş (http://www.zeugmaweb.com) sitenin içinde dolanırken mozaiklere baktım, kısa hikayeleri vardı. Birini size anlatmaya karar verdim. Elbette biraz süsleyerek ve hikayeyi tersten de okuyarak.

Hikayeye kaynaklık eden yer Anadolu ve Ege kıyısında bulunan Miletos (Milet) kentidir. Eros ve Pyskhe, hayatımızdaki iki soyut kavramın, aşk ve ruhun somutlaştırılarak hikaye edilmiş hali. Ruh bilimi (psikoloji) kökenini Psykhe‘den (Psiko) alır.
Önce Anadolu topraklarında geçtiği düşünülen hikayeyi dinleyelim, sonra payımıza düşeni alırız.
Psykhe ve Eros
Eros neşeli tanrılardan biriymiş, güzel kanatları ile dünyayı dolanır, baharın etkisini insan kalbine doldurur, okuyla vurduğu insanları da birbirine aşık edermiş. Arada yaramazlık yapmaz da değilmiş, denklik gözetmeyen bir birleştirme arzusu olduğu için kimi kez güzelle çirkin, iyi ile kötü, korkak ile cesur,zengin ile fakir de bir araya gelirmiş ki sık olmayan bu durumda bile insanların mutluluk duyduğu söylenirmiş. Ardında baharın bin çiçekli kokusuyla dolanan aşk tanrısı Eros’u birgün annesi çağırmış. Annesi kim miymiş ? Afrodit, deniz köpüğünden yaratıldığı söylenen Zeus’un kızlarından biri. Güzellik tanrıçası; elbette her güzellik gibi içinde bir tutam aşk, büyük bir tutam da cinsellik barındırıyormuş.

Afrodit’e tüm ölümlüler gibi büyük tanrıların hepsi de aşıkmış; ancak söylenti odur ki sadakatten nasibini almamış Afrodit. Çok kocası ve elbette çok düşmanı olmuş . (Afrodit sevgiyi ve sevişmeyi simgeler, İnsan toplumlarını çoğaltmaya çalışan bir tanrıça olduğunu İfade etmek İçin, mersin ağacı, elma, nar gibi çekirdekli meyveler ile güvercin, tavşan, serçe, kuğu gibi kuşlar da ona adanmıştır.Güzellik örfü kabul etmediği için Afrodit her zaman çıplak olarak gösterilir.)
İşte bu Afrodit gizliden gizliye halkın arasında büyüleyici güzelliğiyle kendisiyle yarışacağı söylentisi yayılan bir kızı duymuş. Milet kralının üç kızından biri olan Psykhe gerçekten de gün geçtikçe serpiliyor, büyüleyici bir güzelliğe sahip oluyormuş. Kendisine ilginin azaldığını gören Afrodit oğlu Eros’u çağırmış ve bu genç kızın kalbine bir ok gönderip onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık etmesini istemiş Eros’tan.
Annesinin isteğini emir kabul eden Eros, Milet’in bu güzel kızının evine bir gece yaklaşmış, okunu kızın kalbine gönderip onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık edecekken ışıkların içinde kızın yüzünü görmüş. Gerçekten de Pyskhe bataklıkta bir nilüfer gibi parıldıyormuş. Eros kızın baş döndüren güzelliğinden etkilenmiş, onu gece yarısı karanlıktan da yararlanarak kaçırmış.
Eros ormanların derinliğinde, dağların içinde çiçeklerle bezeli, suların serinlettiği, güneşin parlattığı bir gizli saraya götürmüş Pyskhe’i. Psykhe bu sarayda yaşamaya başlamış ama kim olduğunu bilmediği sadece hissederek ve dokunarak sevdiği Eros’la yalnızca geceleri biraraya gelebiliyormuş. Çünkü Eros annesinin durumu bilmemesi için kendisinin Eros olduğunun saklanması gerektiğine hükmetmiş. Bunun da tek yolu geceleri usulca tüm ateşler ışığını yitirdiğinde saraya gelmekmiş. Gece karanlıkta gelen Eros aşık olduğu bu güzel Miletli Prensesle bir araya geliyor,gün doğmadan da saraydan uçup gidiyormuş. Ancak Psykhe’nin elleri sevdiğinin nasıl bir bedene sahip olduğunu bilse de Psykhe Eros’u görmek de istiyormuş. Bütün bu engellere rağmen birbirlerini çok sevmişler.. Bir bütünün iki parçası gibiymiş kalpleri. Sevdiği dünyayı ayaklarının altına sererken, Ruh’tan (Psykhe) tek istediği güvenmiş. Onu olduğu gibi kabul etmesi, aşkıyla yetinmesi kim olduğunu, kimin oğlu olduğunu bilmeyi ve görmeyi talep etmemesiymiş tek isteği.
Günleri yalnız, geceleri ise sevgilisiyle mutluluk içinde geçip giderken, ailesi gelmeye başlamış Psykhe’nin aklına. Miletliler Psykhe’nin canavar tarafından parçalandığına inandığı için yas tutuyorlarmış. Bir gece Eros’tan, onun iyi olduğunu görüp üzülmemeleri için ailesine bir ziyaret yapmak istediğini söyleyerek izin almış.
Ailesi, Psykhe’nin görünce çok sevinmiş. Kardeşleri yaşadığı yeri görmek istemiş, onları sarayına götürüp gezdirmiş. Kızlar, kardeşlerinin yaşıyor olmasının sevincini çabucak unutup, kıskançlık içinde gezmişler sarayı. Ardından Psykhe’e sevdiğinin mutlaka yüzünü görmesi gerektiğini, eğer canavar değilse kendisini neden göstermediğini, eğer bir çocuğu olursa onun da canavar olacağını söyleyip şüphe tohumlarını ekemişler güzel kızın içine. Fesatça konuşmalarla Psykhe’nin kafasını bir sürü soru işaretiyle doldurmuşlar ve bir gece kocası uyurken kendini korumak için bir hançer alıp mum ışığında gizlice sevdiğinin yüzüne bakmasını da tembihlemişler. Psykhe gece merakına yenik düşmüş, Eros uyumuşken eline bir mum, bir de gerçekten ablalarının dediği gibi canavarsa ve uyanıp saldırırsa diye hançer alıp Eros’un yüzüne doğru eğilmiş. Güllerle kaplı bir yatakta yatan mükemmel bir erkek gören Psykhe adeta büyülenmişti ve sevdiğine bir kez daha aşık olmuştu. Bakarken heyecanlandığı için elindeki mumu unutmuş ve mumdan kızgın bir damla Eros’un kanatlarına damlamış. İrkilerek uyanmış Eros ve bir tek güven aradığı sevgilisinin ihaneti karşısında sarayı terk etmiş. Güven duygusunu yiteren Eros ortadan kaybolmuş kaybolmasına da Psykhe kendisini toparlayamamış.
Sonunda gidip Eros’un annesinden yani Afrodit’ten Eros’un yerine öğrenmeye karar vermiş, gidip diz çöküp yalvarmış. Afrodit zaten güzelliğini çekemediği bu kızı -bir de oğlunu kaptırdığı için – hemen affetmemiş, önce birtakım görevleri yerine getirmesini istemiş. Afrodit’in verdiği dört görevin üçünü önce karıncalar , bir kamış ve bir kuş yardımıyla tamamlamış.
Son görevinde ölülerin ülkesi Hades’e gönderir Afrodit Psykhe’i . Bu görevinde bir kartal, Hierapolis’teki (Pamukkale) Hades’in karanlık topraklarını girişi göstermiş ona. Buradan Phersephone’nin (Yer altı tanrıçası) kutusunu almış, tam görevleri sona erdirecekken kutuda ne olduğunu merak etmiş, merakı her şeye üstün gelmiş, kutuyu açmış. Kutuda sadece ölüm uykusu kadar derin bir uyku varmış ve Psyhe orada o derin uykuya dalmış.
Eros sevgilisinin bu haline dayanamamış, onu yer altından çıkarıp sarayına götürmüş, ama ne yaparsa yapsın sevgilisi ölüm uykusundan uyanamamış. Tanrıların tanrısı Zeus’a yalvarmış ve kalbi yumuşayan Zeus Psyhe’nin uykusuna bir son vermiş. Birbirlerine kavuşmuşlar ….
BİR AŞK ÖYKÜSÜ DEĞİL
Mutlu olmuşlar mı kimse bilmez. Zaten bu mitolojik öykü de öyle naif bir aşk öyküsü değil. Doğrudan Adem ile Havva öyküsüne bağlamlanmış ve akıl ile duygu arasındaki şeytani ilişkiyi ele alan bir temsili anlatı.
Her zamanki mitoslar gibi kadına ait unsurların akılla özdeşleştirildiği ve kadının erkeği ve dahi tüm insan cinsini baştan, haktan ve doğru yoldan çıkardığı inancıyla beslenen bir genel ahlak teorisi. Süslendiği aşk öyküsü içinde verilmeye çalışılan güven duygusu, karanlıkta kalan kısımların merak edilmemesi gerektiğini anlatan; merakın dolayısıyla da şüphenin inançla oluşmuş tüm iyilikleri ve güzellikleri (yani onlara göre iyi bize göre kötücül düzeni ) ortadan kaldıracağını ve değersiz kılacağını öğütleyen bir düzen ahlakı övgüsü.
Trajik yanı bu övgü ve ahlakın bir aşk öyküsüne de bir kutsal kitaba da bir mitosa da sıkıştırılsa insanlar üzerinde etkisini binlerce yıl koruyabilmesi.
Afrodit’in kıskançlığı, Eros’un yumuşak kalbi Psyhe (ruh) nin merakı, fitneye (vesvese yani şeytan fısıldamasına) açık oluşu, merakına iki kez yenilmesi hikayenin güçlüleri ve zayıflarını anlatırkenki retoriği erkin ve egemenin haklılığına vurgu yapmak için.
Merakın ve şüphenin lanetlenmesi ve sonsuz uyku ile cezalandırılması; huzur ve güven ortamını bozuculuğu ne kadar tanıdık değil mi?
Bütün öykünün en masum karakteri olan ruh, kendi kaderini çizenler tarafından sırf o kaderi merak etti diye cezalandırılıyor. Yani hayata ait itirazların suç olduğu, kabullenilmesi gerekenlerin varlığı ve ilahi düzenin sürüp gitmesi için insanın içindeki merak ve şüpheyi söküp atması gerektiğine ilişkin tüm alt metinler var öyküde.
Şüphe ile aklın, iman ile kabullenmeye karşı çaresizce direnişini de zayıf karakterlerle işliyor öykü. Ne hikmetse tüm güçlü karakterler her şeyden emin. İtikadın aklın sorularından arınmasının insanı nasıl güçlü kılacağı da anlatılıyor.
Cinsel hazlarla örülü erkek dünyasında kadın olmanın hafifliği, güzelliğin baştan çıkarıcılığı da bu öykülerden bugüne taşmış olan ikiyüzlülüğümüzdür.
Eh evet güzel mozaikler ve süslü öyküler bunlar; ama eskimiş ve köhne bir düzenin bugüne nasıl uzandığını, nasıl kök saldığını anlatmaktan başka ne anlamı var ki…
Şeytan ve Aydınlanma
Lux Lambası Şeytan İcadı mı ?
Çocukluğu 1980 öncesine dayananlar bilirler; kimi köylerde elektrik olmadığı için ya da kentlerde de olsanız elektrikler çokça kesildiği için gazlı, tüplü lambalar olurdu . Bunlardan biri de lux lambasıydı. O zamanlar bir zenginlik belirtisi sayıldığı için biz bu lambanın adını ” gerekli olanın sınırlarını aşan anlamına gelen” lüks sözcüğüne döndürsek de lambanın gerçek adı lux. Lambayla lüksün ne alakası var demeyin, herkesin karanlıkta kaldığı dönemlerde evinde parıl parıl bir aydınlıkta oturmak bir lüks sayılır.
Bu yazı lux lambasıyla ilgili değil. Bu yazı lambanın adının köküyle ilgili.
Büyük şair Dante’nin İlahi Komedya’sında tanımlanmış sonrada oldukça kabul görmüş yedi büyük günah var: lust – şehvet, greed – bencillik/cimrilik, gluttony – açgözlülük,
pride – kibir/gurur, sloth – tembellik, wrath – nefret, envy – kıskançlık… Büyük şaire ek olarak 1589 da Peter Biensfield her bir günahı bir iblisle eşleştirmiştir. Lucifer – Kibir Mammon – Hırs Asmodeus – Şehvet Leviathan – Kıskançlık Beelzebub – Oburluk (sineklerin tanrısı) Satan – Öfke Belphegor – Tembellik. Bu sıralamada adı geçen Lucifer ve onun hikayesi temel konumuz.
Hristiyan inanışına göre Lucifer Tanrı’dan sonra ikinci konumdadır ve cennetteki en büyük melektir. Fakat hırsına ve kibrine yenik düşmüş ve Tanrı’ya isyan etmiştir. Bunun sonucu olarak cennetten kendisi ile beraber olanlarla birlikte kovulmuştur. Bu süreç sonunda Lucifer Şeytana, takipçileri ise iblislere dönüşmüştür. İşte Lucifer sözcüğünün kökü yani lux ışık anlamındadır ve yukarıda bahsettiğimiz gaz lambasına da ismini verir. Lucifer ışık anlamına gelen lux (sahiplik “genetiv”hali lucis) ile ferre (taşımak, getirmek fiili) kelimelerinin birleşiminden türemiş Latince bir kelimedir. Grek söyleninde Lucifer Prometheus olarak görünür; o insanlığa ışığı getirendir. Şairler tarafından Sabah Yıldızı’nı, yani Venüs’ü simgeler . Lucifer Jerome’un Vulgate’sinde (Septuagint’in Grekçe çevirisinden) direkt olarak heosphoros yani “sabah yıldızı” ya da “Gün Yıldızı” edebi açıdan ise Şafağı Getiren olarak Isaiah’ın 14:12 sinde çevrilir.
Venüs gezegeninin yani tanrıça Venüs’ün Roma dönemi astrolojisinde şimdiki ismini almadan önce Lucifer olarak bilindiğini de söylemek gerek .
Roma şiirinde Lucifer
Lucifer “sabah yıldızı”nın şiirsel adıdır ve Grekçe eosphoros (şafağı getiren) kelimesinin en yakın çevirisidir ki Odyssey ve Hesiod’un Theogony’sinde görünür. Lucifer’in antik Roma’da kullanımı Vergilius’un Georgics adlı şiirinde görülür. Lucifer, John Milton’un Protestan destanı Kayıp Cennet’in anahtar karakteridir. Milton Lucifer’i eserinde oldukça sempatik, azimli ve gururlu olup Tanrıya karşı gelen sonra da yenilip cennetten kovulan bir melek olarak sunmuştur. (ki İslamda da şeytan insana secde etmemesi neden gösterilerek kibri üzerine lanetlenmiştir) Lucifer tabi sonrasında retorik yeteneğini cehennemi örgütlemek için kullanmak zorundadır; kendisine Mammon ve Beelzebub yardım eder. Örgütleme becerisini iyilik ve kötülüğün sırrının saklandığı ağacın meyvasından yemesi için başarıyla kandıracağı Havva’nın (Adem’in karısı) üzerinde dener ve insanoğluyla kaderini birleştirir.
Oldukça uzun bir anlatı ama özetlenmiş bir biçimde yedi büyük günahtan kibirle anılan ve baş şeytanlardan sayılan Luciferin adı “ışık” sözcüğünden türemiş durumda. Işık getiren şeytanın karanlıkların efendisi olması ise aydınlanmanın din üzerinde yarattığı baskı olsa gerek. Bilim ve aydınlanmanın şeytan uğraşı sayılmasının ve bugün dahi dinlerin bilimle barışık yaşayamamasının trajikomik hali Lucifer’ in adında yatmaktadır. Karanlığın hükmünün son bulacağını gösteren (sabah yıldızı) Venüs yıldızının da olaya katılması daha da dikkat çekicidir. Daha tuhaf olanı dinlerin baştan çıkarıcı ve günah saydıkları her şeyi insanın dişisine bağlamaya çalışmasıdır. Kadın ve erkek üzerinde bir dengesizlik yaratarak birini diğeri hükmedici kılmak için kadını kötülüğün başlangıçı olarak saymak hemen hemen tüm dinlerde var. Lucifer’in işaretlendiği Venüs de baştan çıkarıcı bir tanrıça (Afrodit) olarak görünür bize. Aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite’nin doğuşu iki ayrı kaynakta iki farklı görüşle anlatılmaktadır. Bunlardan erken tarihli olan Homeros’ta Aphrodite Okeanos’un kızı olan Dione ile Zeus’un kızıdır. İkinci efsane ise Hesiodos’ta geçer.Aphrodite burada denizin köpüklü dalgalarından doğmuştur. Aphros yunanca köpük demektir. Roma mitolojisinde Venüs ise bahçelerin tanrıçasıydı. Bereketi ve dünya nimetlerini simgeliyordu.
Bahçelerin tanrısı olan Venüs ile Lucifer’in hikayesi bir ağaçta kesişiyor. Hani cennette Adem ile Havva’ya bir ağacın yemişi verilmişti ve utanma (ar) duygusunu kazanmışlardı ya. Hani o ağaç bilgelik ve aklı simgeliyordu ya. Nasıl da bir anlatı rastlantısı değil mi? Elbette rastlantı değil, kör inançlar birbirinin yalanını doğrulayarak öylece inanmamızı sağlıyorlar (istiyorlar) o kadar .
Aydınlanma ve Şeytan
Elektrikler kesilince karanlıkta kalmayalım diye fitili yakılarak aydınlandığımız o gaz lambasının adını kim koymuş bilmiyorum ama güzel isim seçmiş. O güzel isim karanlıkla aydınlığın, bilgi ile cehaletin savaşının kısa bir özeti.
Bilgiye ulaşan akılların din ile ilişkilerinin zayıflaması, bilgiyle donanmış akılların sorgulayıcı zihinleri her daim din düşmanı kabul edilmiş bilim şeytanlaştırılmış. Aptallık ve cahilliğin kutsandığı bir dünyada başka bir sonuç beklemek de mümkün görünmüyor.Sorgulamak, ben niye buna secde edeyim diye sorgulayan meleğin akıbeti ibretlik biş öykü olarak anlatılır ve bütün kötülüklerin anası sayılır. :İtaat et, sorgularsan dışlanırsın da duanın giriş kısmı tabi ki. Bilgi de itaati azaltıyor, imanı zayıflatıyorsa akılla iman barışamıyorsa , akıl gitsin o zaman temennisi de dinlerin en büyük duası oluyor.
Bir de cennetten kovulmayı şeytan Lucifer ile şehveti körükleyen Havva’nın üstüne attığınızda kendinizi vaftiz suyunda yıkanmış masum bir bebek kadar günahsız hissedebilirsiniz. Elbette şeytanı şeytani olan her şeye karşı çıkarak (bilim ve aydınlanma), Havva’yı da yaptığı kusur nedeniyle erkeğin eşyası haline getirerek o müthiş cenneti ne kadar hakettiğinizi Tanrı’ya da göstermeniz gerekiyor. O da yetmezse insanların içindeki en ufak ışığı karanlığa boğana dek masumların kanını dökebilir canını alabilirsiniz. Ne de olsa biz hala Venüs’ü görememiş sabah yıldızından haber alamamış bir kör karanlığın hüküm sürdüğü çağda yaşıyoruz.
İnsanların şeytanlaştığı yerde iblise ihtiyaç var mı ?
Ha unutmadan yakında elektrilikler en azından benim güzel ülkem için kesilecek Lux (lüküs) lambalarınızı hazır ediniz.
Adem havva ve lucifer
Uyku
demir nasıl erirse bir dağın içinde uyku da öyle eritir zamanı,
çaresiz bir mühürle kapatıyorum göz kapaklarımı …
Oysa direniyordu içimde, kendi kendini zikreden bir korku
tanıdık şeyler tekrarlandıkça nasıl da köpekleştiriyor insanı .
ansızın sabah olur diye kıvrıldım, işte böyle bir karanlığa
sen yanı başımda bir bize döndün, bu ödünç alınmış bir düştü.
durmadan çoğaltıyordu kendini sana ait kelimeler
sen yanı başıma kıvrıldın, uyku bir içe dönüş’tü.
bırakır yere ağaç yük olursa meyvesini , rüzgara soyunur çiçekler
insan terk edemiyor, bir atın yelesine sarılır gibi kucakladı mı bir düşü
Düşme korkusu belki bu, dört nala geçiliyor kimi asırlar.
uyku, vakitsiz tutkuların giysisi; yaşamak büyük ayıp;
senin içinde saklıyorum ben günahlarımı, bir dağ örtmez onları
yedi kollu bir in içinde, damarları irin içinde saklıyorum
sırılsıklam ter içinde, albasanlar, karabasanlar ve endişelerim
yitirmekten korktuğum ne varsa onları sayıklıyorum.
varlığı kimi şeylerin, kiminin de yokluğu köpekleştiriyor insanı .
bir kentte kayboldum, bütün sokakları birbirine benziyordu ,
bütün merdivenleri yorgun bir akşamüstüne bıraktı beni
dokunsa diriltebilmek tüm cansız bedenleri
uyku, bir katilin tüm cinayetlerinde umduğu buydu …
“keyf” sanıyor çoğu insan, oysa ashab-ı kehf ehliyiz
bir ine sığınmışız, bir rahim ağzı gibi dar;
birine sığınmışız, anne olmuş bizim sürgünümüzle…
bir kentte buldum, ne zaman yüzüne baksam gözlerinde ben
uyusam zaman duracaktı ya da bir rüzgardan arta kalacaktı
korkuların beni kıskıvrak yakaladığı bir sokaktı
sana söylemek istediklerimi kendime tekrarlıyorum
tereddütler nasıl da köpekleştiriyor insanı…
Uyku, tek yolu kendini bağışlamanın
ve ıssız bir düşte bir cinayete tanık olmanın .
Gücün Ahlaksızlığı: Poseidon
İnsan zihninin derinliklerinden yaşamımıza tüm çirkinliğiyle sızan bir üçleme var: Erk(EK) – İktidar -Güç. Birbirine eşit/aynı olmayan ama birbirini tetikleyen bu üçlemenin egemen kültüründen sıyrılmak bizim gibi ölümlüler için bir ömür sürebiliyor. Kirlenmiş benliğimizi temizlemek; öyküleri baştan dinlemek, tersten okumak ve sonunda gerçeği bulmak için çırpınıp duruyoruz.
Genel ahlak gücün yaptığı ya da yapmadıkları üzerinden tanımlansa da (yani değişse ve başkalaşsa da) genetik olarak gücün bir ahlaksızlığı var . Kendi ahlaksızlığını genel bir ahlak olarak dayatmayı da aymaz bir biçimde kendine hak görüyor . Eğer bilincimiz bizi çeviren bilgi kirliliğinin altında yatan gerçeğe ulaşamamışsa, bir bilinç kırılması yaşayamamışsak gücün ahlaksızlığı, çok da popüler bir biçimde, bir genel ahlak yasasına dönüşebiliyor/dönüşüyor.Bu durum modern toplumun kuşatılmış bireyleri ya da tutsak edinmiş topluluklarında böyle değil. Geçmişte de kendisine hak olarak gördüklerini bir güce dayamış insanlar, insan toplulukları var oldular; o tarihten, o zihniyetten beslenen insanların barbarlıklarını bugün artık biz göğüslemek zorundayız.
Medusa?
Güç bize öyle hükmediyor ki, zihnimiz bile ,kendi kendine, güç sahibinin haklılığı üzerinde fetvalar vermeye başlıyor. Buna oto kontrol diyen var, oto sansür diyen var, güce taparlık diyen var ….. psikolojik birçok ad bulunabilir elbette ama bunun adı çok açık ki korkaklık. Doğrunun ve haklının yanında durma cesaretinin yitimi.
Şimdi yüzlerce tuvalde resmi , onlarca meydanda heykeli olan, denizlerin, fırtınaların tanrısı Posedion ile bakışaları taş kestiren kötücül Medusa’nın kesiştiği tarihe (kör talihe ) bakacağız ve meydanları neden Posedion süslüyor da Medusa saklanıp gizlenmek zorunda kalıyor diye soracağız. (Bugün de bu zalimliğimiz devam ediyor mu diye sormalıyız )

Tanıdık bir ahlaksızlık değil mi ? Ya da bu ahlaksızlık mı çok tanıdık, yoksa yapılan eylem karşısında susup güçsüzün cezalandırılmasına olur yolu açmak mı ? Gücün içindeki iktidarı , iktidarın içindeki erki ve kendi içinizdeki korkuyu görüp bütün ahlak kurallarını bir kenara iterek doğrudan değil, güçlüden yana tavır almak; bu büyük ahlaksızlık değil mi ? Nasıl oluyor da bir ahlaksızlık durumunu binlerce yıl sürdürebiliyoruz? Zor ama basit: tutumumuzu genelleştiriyor ve bir ahlak kuralı haline getiriyoruz. Posedion’ un ve Athena’nın her yerde tapınakları ve heykelleri var, 16.yy Avrupa’sında her yerde resimleri yapılmış.
“Ne kendi tapınağındaki kadını korumayan Athena suçlu, ne ona tecavüz eden Posedion suçlu. Cezalandırılması, dışlanması ve reddedilmesi gereken güzelliğiyle erki (erkeği) baştan çıkaran Medusa. ” diyebilecek yeni milyonlar aramızda dolaşıyor. Mitolojik bir hikaye değil, bir gazete haberi olabilirdi bu anlatı ve biz hiç yadırgamadan o haberi gazetenin 3. sayfasından okuyabilirdik.
Yazılar umutla bitmeli elbet. Çünkü gelecek büyük insanlığa doğru yol alıyor. Bu yazı da hikayenin arta kalanıyla ve de umutla bitsin.
Hani tecavüze uğrayan, sonra başı kesilen Medusa var ya.. İşte o tecavüzden iki çocuğu oluyor: Pegasus ve Chrsyar.
Pegasus hani şu kanatlı at. Deniz köpükleri gibi beyaz olan at.
Helicon dağında Heppocrene pınarı vardır. Ve rivayete göre göğe Pegasus’un toynağını yere vurmasıyla oluşmuştur bu pınar. Bu pınarda Museler, (Musa-Müzler) yani “ilham perileri ” yaşar. Bu yüzden Pegasus’un toynağının değdiği yerden fışkıran suya da “ilham kaynağı” denir. Şiir bu yüzden insanın umududur.
İktidara, erke, egemen olana tapanlara bir sözümüz var…. Kötülük bir köşede suskun suskun durmamıza neden olabilir ama, su bir yerden yatağına mutlak ulaşır.
“Hiç umut yok mu ?
Umut, umut, umut..
Umut insanda ” Nazım.