Etiket arşivi: 2017

Ninni ve Ağıt…

“anneler günü için “

içine doğru fısılda, ellerini koyduğun o boşlukta
uyuyor, ve  kalbi bir karınca yuvası gibi hızlı atıyor;
bir çocuk, ki onun cenneti zifiri karanlık,
ne tuhaf aydınlık bir cehenneme doğmak ,
yuvasını tel örgülerden bir baraka sanan güvercinler gibi
dönmek,  aynı buruklukla mor akşamlarda.
Ne tuhaf.

İçine doğru fısılda, senin sesin güzel düşlerin habercisi,
çocuk olmanın kahkahaları, anne olmanın sevinci
bizim acılara katlanmamızın tek yolu bu ninni ….

Dünya kendi zalimliğini doğurmuş;
ne kendini kendinden doğurabilir ki ,
içine doğru fısılda ve güven ver bana
nefes gibidir ve terk eder seni her şey zamanla .
ne tuhaf ,  bu karanlıkta yaşayıp bir akdenizde boğulmak.
bir göç mevsiminde kanatları olmadan doğmak
Ne tuhaf.

tut bütün sözcükleri, incitmeden kanatlarından
bir uğur böceği gibi bırak içine, bana doğru fısılda
ruhumu doğuran bir göbekbağı gibi
tekrarla bu ninniyi.

İnsanı geçmişi doğururmuş,
kim kendisiyle büsbütün barışabilir ki.
içine doğru fısılda, büyüt beni korkularınla
dişsiz ağzıma bıraktığın süt gibi …
Ne tuhaf  bir kadının memelerine yuva kurmak
ve çocukları öldürmeye doyamamak
Ne tuhaf.

İçine doğru fısılda, karışmasın sözlerin rüzgara
ve ürkmesin gecenin yamacına sığınmış sabah
toprakta tohumu yeşerten bir su gibi
merhamet sunsun  bu nini …
anne sesi kalırmış bir çocuğun kulağında
kovulduğu o cennetten ,
Fısıldamayı unutmuş annelerin çocuklarıymış
dünyayı cehennem eden
Sesini esirgeme benden, içine doğru fısılda

Uyku

 

demir nasıl erirse  bir dağın içinde  uyku da öyle eritir zamanı,
çaresiz bir mühürle kapatıyorum göz kapaklarımı …
Oysa direniyordu içimde, kendi kendini zikreden bir korku
tanıdık şeyler tekrarlandıkça nasıl da köpekleştiriyor insanı .
ansızın sabah olur diye kıvrıldım, işte böyle bir karanlığa
sen yanı başımda bir bize döndün, bu ödünç alınmış bir düştü.
durmadan çoğaltıyordu kendini sana ait kelimeler
sen yanı başıma kıvrıldın, uyku bir içe dönüş’tü.

bırakır yere ağaç  yük olursa meyvesini , rüzgara soyunur çiçekler
insan terk edemiyor, bir atın yelesine sarılır gibi kucakladı mı bir düşü
Düşme korkusu belki bu, dört nala  geçiliyor kimi asırlar.
uyku,   vakitsiz tutkuların giysisi; yaşamak büyük ayıp;
senin içinde saklıyorum ben günahlarımı, bir dağ örtmez onları
yedi kollu bir in içinde, damarları irin içinde saklıyorum
sırılsıklam ter içinde, albasanlar, karabasanlar ve endişelerim
yitirmekten korktuğum ne varsa onları sayıklıyorum.
varlığı kimi şeylerin, kiminin de yokluğu köpekleştiriyor insanı .

bir kentte kayboldum, bütün sokakları birbirine benziyordu ,
bütün merdivenleri yorgun bir akşamüstüne bıraktı beni
dokunsa diriltebilmek tüm cansız bedenleri
uyku, bir katilin tüm cinayetlerinde umduğu buydu …
“keyf”  sanıyor çoğu insan,  oysa ashab-ı kehf ehliyiz
bir ine sığınmışız, bir rahim ağzı gibi dar;
birine sığınmışız, anne olmuş bizim sürgünümüzle…
bir kentte buldum, ne zaman yüzüne baksam gözlerinde ben
uyusam zaman duracaktı  ya da bir rüzgardan arta kalacaktı
korkuların beni kıskıvrak yakaladığı bir sokaktı
sana söylemek istediklerimi kendime tekrarlıyorum
tereddütler nasıl da köpekleştiriyor insanı…

Uyku, tek yolu kendini bağışlamanın
ve ıssız bir düşte bir cinayete tanık olmanın .

Necropolis

en zor olanı mezarlıklardan ayrılmasıdır;
ve çocukları vermektir, yol kıyısında bir toprağa
Bütün kentler akıp gidiyorken bir alacakaranlıkta
evler pencerelerini yitirir, kapılar tunçtan tokmaklarını
ay düşen kuyularda acır su, siler ağaçlar gölgelerini

Ahtamar’ın duvarına işlenmiş Golyat kurtulmuş zincirlerinden
Bir çocuk gülüşü gibi alınmış taşları Davud’un elinden.
En zor olanı mezarlıklardan ayrılmasıdır;
Kentler birer ölüler evi oluyorken.

Seni duyan olmayınca sesin bile ölür,
bahar yeşertmez hiçbir şeyi,  koparılıp atılmışsa köklerinden.
Bir çocuk nerde olsa büyür,
öfkesi tutuyorsa ellerinden. ..

Bir nehir seni deniz kıyılarına götürür,
bir yol mayalı bir ekmek gibi çıkartır karşına insanı,
duru bir gecede yeni harlanmış bir alev gibidir yıldızlar,
oysa seni çağıran olmayınca adın bile ölür.
Adı kimsesiz olan bir necropolise gömülür.

Bıraksalar aynı tarlada boy versek
aynı kırlangıç çağırsa yağmuru.
“And olsun biz insanı kuru bir çamurdan suretlenmîş balçıktan yarattık.”
ve tufandan arta kalan da bir avuçtu.
Ölü evler bıraktık geride
ve döneriz diye yollara attığımız bedenler de henüz çocuktu.

Harabelerden dirilmez bedenlerimiz, dirilmez;
Toprak atsan da üstüme ey Kabil
Işık gecede gizlenmez.
Gizlenmez.

Nasırlı Ankebut II

Bir ankebutun evi misafir öğüten bir değirmendir
yalnızlığını emer sarıp sekiz koluyla…
Tozlaşıp rüzgara bırakır kuruyup giden ne varsa.
ipekler beyaz ipekler; bir ankebutun evi
bir yalanın ışıltısı , bir yılanın zehridir.

Durdu ankebut ağının tam ortasında sözcükler titredi
rüzgara haykırılmış çığlıkları dinledi .
Senin unutkanlığın benim en büyük zaferim,  dedi
çırpınıp duruyordu ağına bırakılmış söz,
eki kökü bir,  parçalanmaz bir çaresizlikle.
Ankebut seslendi, duymuyorlar seni
duysalar da inanmazlar,  kim bilmek ister ki gerçeği.
İçini boşalttı sözün,  ne hoş şey dedi lakırdıyla karın doyurmak…

Bir ankebutun evi misafir öğüten bir değirmendir
Dedi,  bütün dünya da öyle değil midir?
Senin yediğin de başkalarının cenazesi
Senin içtiğin de kanıdır kutsal saydığın ne varsa
hele dedi bir de  korkuların kesilmiş bir şahdamardan kanarsa …
Uğultulara boğulur aklının fısıldadıkları
tanrının hükmüne karışır şeytanın yasakları .

Yağmur dindi, ördü gökyüzünü kesildiği yerden

Nasırlı Ankebut

Gökkuşağını mülk edindi kendine,  en çok da sarıyı
Bir zengindi bir fakir, bir vardı ve bir yoktu  çokça da yoktu.
başkasının  ellerinden bulaştı ona  nasır,  bütün ırgatlığı budur
bir de bir çöl günü kadar sıcak, gecesi kadar soğuktu…
yalnızlığına kurulmuş, rüzgar avlayan bir ankebuttu;

Bir örümceğin ıslak ağzından örüldü , kaç defa yırtıldığı yerden.
Ne zaman uyusa geceyi çalıyorlardı üstünden,  bazen de sadece yıldızları.
Bakarken gözleri ışıklanırdı, bir tanış evi sayardı yıldızları.
Tacirler gördü, ona sinek taşıyan deve kervanlarına sevindi
çarmıhta Mesihler, put severler, put yıkarlar gördü
gördü insan pazarlarını ve tüm ertesilerini…

Yırtıldığı yerden ördü kendini nasırlı bir ankebuttu
aldanmışlar için ipekli bir tabuttu.
Gökkuşağını mülk edindi kendine bir de kardeş saydı güvercinleri
gittiler bir gün kanatlarını rüzgara salarak
bekledi zeytin dallarından yuvalarını; ama o güvercinler bir daha dönmedi.
bakire meryemden çok sinek doğuran leşleri severdi
en çok da insan ölülerini.

bunlar dedi kendi kendine bozguncudurlar, elleriyle yıkarlar kendi evlerini.
kuyuya Yusuf’u bunlar attılar, bunlar bıraktı ateşe İbrahim’i…
Bir güneş salımı kadar döndü ve büyüttü kendini

Gücün Ahlaksızlığı: Poseidon

İnsan zihninin derinliklerinden yaşamımıza tüm çirkinliğiyle sızan bir üçleme var: Erk(EK) – İktidar -Güç. Birbirine eşit/aynı olmayan ama birbirini tetikleyen bu  üçlemenin egemen kültüründen sıyrılmak bizim gibi ölümlüler için bir ömür sürebiliyor. Kirlenmiş benliğimizi temizlemek; öyküleri baştan dinlemek, tersten okumak ve sonunda gerçeği bulmak için çırpınıp duruyoruz.

Genel ahlak gücün yaptığı ya da yapmadıkları üzerinden tanımlansa da (yani değişse ve başkalaşsa da) genetik olarak gücün bir ahlaksızlığı var .  Kendi ahlaksızlığını genel bir ahlak olarak dayatmayı da aymaz bir biçimde kendine hak görüyor .  Eğer bilincimiz bizi çeviren bilgi kirliliğinin altında yatan gerçeğe ulaşamamışsa, bir bilinç kırılması yaşayamamışsak gücün ahlaksızlığı, çok da popüler bir biçimde, bir genel ahlak yasasına dönüşebiliyor/dönüşüyor.Bu durum modern toplumun kuşatılmış bireyleri ya da tutsak edinmiş topluluklarında böyle değil. Geçmişte de kendisine hak olarak gördüklerini bir güce dayamış insanlar, insan toplulukları  var oldular;  o tarihten, o zihniyetten beslenen insanların barbarlıklarını bugün artık biz  göğüslemek zorundayız.

Medusa?

Güç bize öyle hükmediyor ki, zihnimiz bile ,kendi kendine, güç sahibinin haklılığı üzerinde  fetvalar vermeye başlıyor. Buna oto kontrol diyen var, oto sansür diyen var, güce taparlık diyen var ….. psikolojik birçok ad bulunabilir elbette ama bunun adı çok açık ki korkaklık. Doğrunun ve haklının yanında durma cesaretinin yitimi.

imagesŞimdi yüzlerce tuvalde resmi , onlarca meydanda heykeli olan, denizlerin, fırtınaların tanrısı Posedion ile bakışaları taş kestiren kötücül Medusa’nın kesiştiği tarihe (kör talihe ) bakacağız ve meydanları neden Posedion  süslüyor da Medusa saklanıp gizlenmek zorunda kalıyor diye soracağız. (Bugün de bu zalimliğimiz devam ediyor mu diye sormalıyız )

Medusa o kadar güzel bir kızmış ki yeryüzünde güzelliğiyle ona rakip olabilecek başka bir kadın bulmak mümkün değilmiş. İşte bu güzel Medusa kendini ve iffetini tanrılara emanet etmiş ve iki kız kardeşi ile birlikte baş tanrı Zeus’un en sevdiği kızı zeka tanrıçası Athena’ya adanmış bir tapınakta yaşarmış. Medusa’yı tapınakta gören tanrı Posedion,  bu güzellik karşısında aklını yitirecek gibi oluyormuş. Sonunda denizlerin büyük tanrısı bu tutkusuna yenik düşmüş ve bir gün gizlice girdiği sevgilisi Athena’nın tapınağında, güzeller güzeli Medusa’ya zorla sahip olmuş. Daha çocuk yaşında olan Medusa’ya tecavüz etmiş. Athena, güçlü Poseidon’un bu yaptığı karşısında kendisini aşağılanmış hissetmiş. Öyle hiddetlenmiş ki (hiddeti güzelliğe olsa gerek) Medusa’yı çok acı bir şekilde cezalandırmaya karar vermiş , Medusa ve kız kardeşlerini birer ifrite çevirivermiş. Dünyalar güzeli Medusa saçları na yılanlar dolanmış ve  gözlerine bakan herkesi taşa çeviren şeytansı bir yaratık olmuş; bu da yetmemiş  dünyanın en kuzeyindeperseus-medusa-by-laurent.jpgki Hyperborea’ya sürülmüş. Athena bu cezayla da yetinmemiş ve Medusa’yı öldürmek için Argos Kralı Akrisios’un kızı Danae’nin, Zeus’tan olma oğlu Perseus’la yani üvey kardeşiyle işbirliği yaparak Medusa’nınm kafasını kestirmiş. 
Şimdi Athena ve Posedion büyük tanrı ve tanrıçalar, Medusa tapınakta ibadet eden bir Havva kızı.  Posedion  Medusa ‘ya tecavüz ediyor ve bütün günahı ve cezayı tecavüze uğramış olan Medusa çekiyor.

Tanıdık bir ahlaksızlık değil mi ? Ya da bu ahlaksızlık mı çok tanıdık,  yoksa yapılan eylem karşısında susup güçsüzün cezalandırılmasına olur yolu açmak mı ? Gücün içindeki iktidarı , iktidarın içindeki erki ve kendi içinizdeki korkuyu görüp bütün ahlak kurallarını bir kenara iterek doğrudan değil,  güçlüden yana tavır almak; bu büyük ahlaksızlık değil mi ? Nasıl oluyor da bir ahlaksızlık durumunu binlerce yıl sürdürebiliyoruz? Zor ama basit: tutumumuzu genelleştiriyor ve  bir ahlak kuralı haline getiriyoruz. Posedion’ un ve Athena’nın her yerde tapınakları ve heykelleri var, 16.yy Avrupa’sında her yerde resimleri yapılmış. didim_medusa_heykeli.jpg

Ne kendi tapınağındaki kadını korumayan Athena suçlu, ne ona tecavüz eden  Posedion suçlu. Cezalandırılması, dışlanması ve reddedilmesi gereken güzelliğiyle erki (erkeği) baştan çıkaran Medusa. ” diyebilecek yeni milyonlar aramızda dolaşıyor. Mitolojik bir hikaye değil, bir gazete haberi olabilirdi bu anlatı ve biz hiç yadırgamadan o haberi gazetenin 3. sayfasından okuyabilirdik.

Yazılar umutla bitmeli elbet. Çünkü gelecek büyük insanlığa doğru yol alıyor. Bu yazı da hikayenin arta kalanıyla ve de umutla  bitsin.

Hani tecavüze uğrayan, sonra  başı kesilen Medusa var ya..  İşte o tecavüzden  iki çocuğu oluyor: Pegasus ve Chrsyar.

Pegasus hani şu kanatlı at. Deniz köpükleri gibi beyaz olan at.

Helicon dağında Heppocrene pınarı vardır. Ve rivayete göre göğe Pegasus’un toynağını yere vurmasıyla oluşmuştur bu pınar. Bu pınarda Museler, (Musa-Müzler) yani “ilham perileri ” yaşar. Bu yüzden Pegasus’un toynağının değdiği yerden fışkıran suya da  “ilham kaynağı” denir.  Şiir bu yüzden insanın umududur.

İktidara, erke, egemen olana tapanlara bir sözümüz var…. Kötülük bir köşede suskun suskun durmamıza neden olabilir ama,  su bir yerden yatağına mutlak ulaşır.

“Hiç umut yok mu ?

Umut, umut, umut..

Umut insanda ” Nazım.Pegasus_.jpg

21 Mart

Seni sonsuz ateşimle yıkıyorum; eriyen karların sularıyla

sahipsiz çiçeklerin yurdu çayırlara bırakıyorum bulutları

gün eşit gece eşit; eğilip geçiyorum baharın kapısından

billurlaşmış sular gibi selamlıyorum insanları …

 

İlk tutuşan bir deli yıldırımdan çaldı  ateşi

bendeki alev demiri hamur etmiş bir ademin emaneti.

dedi ki burasıymış insanların cehennemi ve  cenneti…

Seni sonsuz ateşimle yıkıyorum…

Kalsa da geriye yanık izleri, göğe savrulsa da külleri …

 

Topraktan yeşeriyor dünde ölen, bu kıyamların en büyüğü;

Başkasına  ateş gelen bize beyaza kesmiş bir deniz köpüğü

gir içine yıkan gir içine yan,

Küçüklüğüne aldırmadan yıldız olmaktır ateş böceğinin düşü…

Seni sonsuz ateşimle yıkıyorum.

Yanık izlerimi sana bırakıyorum.

Adem’in Günahları

“masalı bir limandan dinledim,
ayağında sallarken yük gemilerini.”
benim bütün özlemim budur.
sevdiğine bir yaprak kadar tutunamamasıdır Adem’in günahı;
kendi çamurdan,  kalbi kurumuş toprak
ve bütün tutkularından utanarak
sığındı yokluğun gölgesine…
Havva, denizlerden arıtılmış  bir bulut gibi
yoğurup kahrını bir fırtınaya gebe kaldığında
gömdü sulara Adem’in bütün ganimetini…
kaçıp gitti Ademoğlu bir hayvanat bahçesiyle.
sevdiğine bir yaprak kadar tutunamamasıdır Adem’in günahı…
bulabilirdi koynunda
oysa cehennemi cennet yapan sabahı …