Umut güzel bir sözcük. Geleceği farklı kılabilme ihtimali. Bu bazen bütün dünyaya ilişkinken (ütopya) bazen o insanın kendi kaderini yenebilmesi üzerine kurulu.
Çoğu kez boş bir hayal, karşılık bulmayan bir çaba, sonuçlanmayan bir beklenti.
Mitolojide umut hakkında çok güzel bir öykü var. Çoğumuz biliyoruz;biliyoruz ama ona yeniden ve umutla bakma becerisi gösterebiliyor muyuz? O bilinmez.
Önce hikayeden başlayalım.
Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a, balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekâya sahip Pandora’yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora’ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz/kutu hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Ancak son anda kutuyu kapatır bu da insanların içindeki “umut”tur.
Dinsel metinlerde Cennetle bahşedilmiş Adem’e Havva’nın hediye edilmesi ve bir yemişle başlayan Dünya serüvenlerine çok benzeyen bu hikayenin birden çok anlatısı var. Hepsi de Pandora’nın basiretsizliği ya da yenemediği merakı üzerine kurulu.
Ancak öyküyü farklı okuduğunuzda Pandora’nın yaşamı başalattığının farkına varıyorsunuz. Yani kozmik zaman dışında Pandora’nın başlattığı şey hem kendi biyolojik zamanı hem de tüm insanlığın ortak yaşamının başlangıcı. Promethus’un ateşi kullanmayı öğretip bedeller ödediği insan; aslında kendi aydınlanmasını Pandora’nın kutusuyla başlatarak, asıl ateşi içine alıyor, ruhuna ve aklına salıyor. Bütün her şeyin karşısına dikilebilmesi için önce bütün her şeyin onun dışında varolabilmesi; sonra da o diklenme için kutunun dibinde kalan umuda sahip olabilmesi gerekiyor.
Kutuda olan umut öyle sahipsiz de değil, onun bir adı var: Elpida (Elpis)…
Elpis, Yunan mitolojisinde umudun tecessümü, vücut bulmuş hali ve tanrıçasıdır. Nyx’in çocuğu, Pheme’nin ise annesi olduğuna dair iddialar vardır. Genellikle genç bir kadın olarak resmedilir. Tasvirlerinde çoğunlukla çiçekler (özellikle de zambak) veya cornucopia (içinden meyveler saçılan boynuz – bereket simgesi) taşır. Roma mitolojisindeki karşılığı Spes’dir.
Bugün geçerliliğini koruyan inançların çoğu insanın cüzzi iradesiyle külli iradeyi aşamayacağını söylüyor.Kaderi yaşamak ve yazgıya şükretmek imanın gerekliliklerinden biri.Bu düşünce yani kendi başlattığını bitirememe ve değiştirememe “becerisi” insan özgü bir yabancılaşmadır. Doğa ve onun kanunları karşısında (özellikle de ölüm) artan denetimine rağmen insanın iradesini başka güçlere teslim etmesidir yabancılaşma.(Öğrenilmiş çaresizlik diye de süslenir adı) Her ürettiği kendisinin biraz daha eksilmesine, her eylemi biraz daha pasifleşmesine ve gücünü her kullanışı biraz daha güçsüzleşmesine yol açmaktadır.
Azalıp azalıp hiç tükenmeyen Elpida yol gösterici bir tanrıçadır. İnsanın büyük yabancılaşmasını yenmesinin yegane yolunu göstermektedir bize. “Umut etmek” tanrılarda olmayan bir özelliktir çünkü ölümsüzlerin, kaderi aşan varlıkların, bir yazgıya hapsolmamışların umudu ihtiyacı yoktur.
Oysa yaşamın başlangıcını yaşadığı büyük yabancılaşma yüzünden(cennetten geldiğini ve baştan kaybettiğini düşünür) yenilgi sanan insanın “umut etmek” ve “umut ettirmek ve “birlikte ummak”tan başka yolu yoktur.
Marks tüm yabancılaşmaların “insanın bilinçsiz faaliyetleriyle ortaya çıktığını ve yine insanın, bilinçli toplu eylemleriyle değişebileceğini” söyler.
Pandora’nın son anda yaşadığı pişmanlık ile kutuda bıraktığı umut, rastgele bir biçimde değil,bile isteye o kutudan çıkmalıdır.
Bu yüzden seslenmeliyiz….
Daha yüksek söylemeliyiz….
NEREDESİN BE ELPİDA….
Etiket arşivi: Aptallar hakkında her şey
Engelliler Haftası ve HEPHAISTOS
Mitoloji ortak bir bilinçaltı gibi işliyor. Mitolojik öyküleri okumak da bir çeşit kolektif bilincin dışsallaşması ve hatta kusulması gibi. Okuduğumuz her öykü bize “insanın” insanlaşma sürecinde nasıl yitip gittiğini, hangi dolambaçlı ve çetin yollardan bugüne çıktığını gösteriyor.
Engelliler haftası nedeniyle televizyonlarda, sosyal ağlarda gözümüze birçok mesaj ilişti. Yayınlanan onca mesajın ince işçiliğine katılıyorum da toplumsal yaşamımızın onlar için gerektiği kadar adil olmadığını görerek üzülüyorum . ideali göstermek ile ideale yönelmek arasındaki tutum/tavır farkı ikiyüzlülüğümüzün göstergesi olmaktan başka bir şey değil.
Bir gün işe yaramaz televizyonda bir belgesel izledim. Yok, hayatım değişmedi; ama haya konusunda bir değişim yaşadığım inkar edilemez. İzlediğim belgesel “Kör Maymun” du. Belgeselde Çin’in Taihang Dağı’nda kör bir yavru maymunun hayata karşı mücadelesinde, içinde yaşadığı maymun topluluğuyla dayanışma ilişkisi anlatılıyordu. Maymun topluluğu; merhamet ve dayanışma ilişkisiyle bu kör yavruyu hayatta tutmaya, yaşatmaya ve hayatı onun için kolaylaştırmaya çabalıyordu.
Bugün bütün insanlığa itelenmeye çalışılan “hayatını kar üzerine kur” ilkesinin, bizi maymunların gerisine attığı görme utancı da bize kalsa gerek.
Sonra döndüm, geçmiş toplumlarda engelliler hakkında ne düşünülür, ne hissedilirdi acaba diye mitolojik öyküleri taradım.Gözüme bir halk kahramanı gibi duran ve tanrılarında bütün maharetlerine rağmen dışladığı Hephaistos ilişti.
HEPHAISTOS
Ateşin ve zanaatkarların tanrısı Hephaistos aynı zamanda Olympos Dağı’nın demircisiydi. Volcanlara ve demir cevherine hükmedebiliyordu. Athena’yı tek başına dünyaya getiren Zeus’tan öç almak amacıyla, Hera’nın onu Zeus’un katkısı olmaksızın doğurduğu söylenir.Çirkinliğinden ve topal ayaklarından dolayı Hera tarafından istenmediği için denize atılır.
Hephaistos kılıksız görünümüne karşın en güzel tanrıçalarla evlenmeyi başarır. (annesine bir tuzak hazırlar ve bu tuzaktan onu kurtarmayı tek bir şartla kabul eder: Tanrılar katına kabul edilmesi ve güzeller güzeli Afrodit’in kendisiyle evlenmesi.)Yunan şair Hesiodos’a göre ,Kharislerin en genci olan Aglaia(”görkem”)onun karısıdır.Ama geleneksel kaynaklarda Aphrodite’yle evlendiği belirtilir.Karısı onu Ares’le aldatınca, boynuzlanan tanrı, diğer tüm tanrıların acımasız alaylarına maruz kalır.Ama dört dörtlük bir zanaatkar olan Hephaistos, Hermes’in miğferi, Aphrodite’nin kemeri, kahramanlar için zırhlar ve hatta ilk kadın Pandora gibi harika şeyleri yaratarak onlara hizmette bulunur. Hephaistos çocukluğunda kendisine sığınak sağlayan tanrıça Thetis’e bir iyilik olarak,o ğlu Akhilleus için Troya Savaşı’nda kullanmak üzere bir kalkan yapar.
Aslında öykü ve kahramanımızın yaptığı liste uzar gider de burada fazla oyalanmaya gerek yok. Mitolojik öykü şöyle kabaca bir gözden geçirildiğinde ah insan vah insan sen maymun bile olamamışsın demek gerekiyor. Neden mi ?
1- Zeus tek başına çocuk yapınca dünyalar güzeli Athena, Hera tek başına yapınca çirkin ve engelli Hephaistos . Güzellik ve çirkinlik aynı edimi kimin ve hangi cinsin yaptığına göre değişik sonuçlar veren bir ahlaki yasa gibi. Edimin kendisi yasak değil, ama edimi gerçekleştirmek bir hak. Baskın erkek anlatımın kadınları mahrum ettiği bir hak .
2-Onu annesi de dahil kimse sahiplenmiyor. Bütün becerilerine karşın toplumundan dışlanıyor. Annesinin denize atmasının nedeni onun korkunç görüntüsü değil, bunun sonucunda ayıplanmaktan utanması. Baskılarla örülmüş bir toplumun dışlama etkisinin yarattığı suç.
3-Tüm tanrılar Hephaistos’un becerilerinden yararlanır, yani engelleri emeğiyle aşar. Yaratıcıdır. Kaderinin kırılganlığı ile demiri dövüp sert nesneler yapması arasında bir denge var. (hayret) Ancak tüm romantik metinlerde çirkin ve topal bu tanrının iyiliksever olduğu ve insanlar tarafından çok sevildiği de belirtilir. (Acıma duygusu mu o) Biraz da ezilmiş tanrıya kendilerine daha yakın bulan, kötücül bir dünyanın zavallı insanlarından kaynaklanır bu yakınlık.
4-“İyinin kaderi kötüye düşer diken arasında kalmış gül gibi” diyor ya üstat. Arzu ettiği ve hak ettiği mutluluğa hiç bir zaman tam olarak ulaşamamış Hephaistos. Onu sevmeyen ve sürekli aldatan Afrodit ile olan evliliği ona mutluluktan çok acı ve utanç getirmiş. Bu birliktelik zaten bir zorlama sonucu olmuştu falan filan … Öyle değil; genel öykü anlatıcıları kahramanımızın güzel olanla birlikteliğini hak etmediğini söylerler. Bu aldatılması içinde bir gerekçedir aynı zamanda. Hak etmemek. Hak görmek bunlar ahlaki değerlendirmeler. Adalet arayışı değil…
Daha çok madde de yazılır bu öyküye de. Lafı ana merkezinden uzaklaştırmamak gerekiyor.
Şöyle kendimize bir soralım, kör bir yavruyu yaşatmaya çalışan maymun topluluğuna mı benziyoruz; yoksa çirkin ve topal diye maharetli bir adamı dışlama çalışan Olimpos tanrılarına mı?
Yani efendim hangisi daha çok insana benziyor?
yani hangisi sensin?
Gücün Ahlaksızlığı: Poseidon
İnsan zihninin derinliklerinden yaşamımıza tüm çirkinliğiyle sızan bir üçleme var: Erk(EK) – İktidar -Güç. Birbirine eşit/aynı olmayan ama birbirini tetikleyen bu üçlemenin egemen kültüründen sıyrılmak bizim gibi ölümlüler için bir ömür sürebiliyor. Kirlenmiş benliğimizi temizlemek; öyküleri baştan dinlemek, tersten okumak ve sonunda gerçeği bulmak için çırpınıp duruyoruz.
Genel ahlak gücün yaptığı ya da yapmadıkları üzerinden tanımlansa da (yani değişse ve başkalaşsa da) genetik olarak gücün bir ahlaksızlığı var . Kendi ahlaksızlığını genel bir ahlak olarak dayatmayı da aymaz bir biçimde kendine hak görüyor . Eğer bilincimiz bizi çeviren bilgi kirliliğinin altında yatan gerçeğe ulaşamamışsa, bir bilinç kırılması yaşayamamışsak gücün ahlaksızlığı, çok da popüler bir biçimde, bir genel ahlak yasasına dönüşebiliyor/dönüşüyor.Bu durum modern toplumun kuşatılmış bireyleri ya da tutsak edinmiş topluluklarında böyle değil. Geçmişte de kendisine hak olarak gördüklerini bir güce dayamış insanlar, insan toplulukları var oldular; o tarihten, o zihniyetten beslenen insanların barbarlıklarını bugün artık biz göğüslemek zorundayız.
Medusa?
Güç bize öyle hükmediyor ki, zihnimiz bile ,kendi kendine, güç sahibinin haklılığı üzerinde fetvalar vermeye başlıyor. Buna oto kontrol diyen var, oto sansür diyen var, güce taparlık diyen var ….. psikolojik birçok ad bulunabilir elbette ama bunun adı çok açık ki korkaklık. Doğrunun ve haklının yanında durma cesaretinin yitimi.
Şimdi yüzlerce tuvalde resmi , onlarca meydanda heykeli olan, denizlerin, fırtınaların tanrısı Posedion ile bakışaları taş kestiren kötücül Medusa’nın kesiştiği tarihe (kör talihe ) bakacağız ve meydanları neden Posedion süslüyor da Medusa saklanıp gizlenmek zorunda kalıyor diye soracağız. (Bugün de bu zalimliğimiz devam ediyor mu diye sormalıyız )

Tanıdık bir ahlaksızlık değil mi ? Ya da bu ahlaksızlık mı çok tanıdık, yoksa yapılan eylem karşısında susup güçsüzün cezalandırılmasına olur yolu açmak mı ? Gücün içindeki iktidarı , iktidarın içindeki erki ve kendi içinizdeki korkuyu görüp bütün ahlak kurallarını bir kenara iterek doğrudan değil, güçlüden yana tavır almak; bu büyük ahlaksızlık değil mi ? Nasıl oluyor da bir ahlaksızlık durumunu binlerce yıl sürdürebiliyoruz? Zor ama basit: tutumumuzu genelleştiriyor ve bir ahlak kuralı haline getiriyoruz. Posedion’ un ve Athena’nın her yerde tapınakları ve heykelleri var, 16.yy Avrupa’sında her yerde resimleri yapılmış.
“Ne kendi tapınağındaki kadını korumayan Athena suçlu, ne ona tecavüz eden Posedion suçlu. Cezalandırılması, dışlanması ve reddedilmesi gereken güzelliğiyle erki (erkeği) baştan çıkaran Medusa. ” diyebilecek yeni milyonlar aramızda dolaşıyor. Mitolojik bir hikaye değil, bir gazete haberi olabilirdi bu anlatı ve biz hiç yadırgamadan o haberi gazetenin 3. sayfasından okuyabilirdik.
Yazılar umutla bitmeli elbet. Çünkü gelecek büyük insanlığa doğru yol alıyor. Bu yazı da hikayenin arta kalanıyla ve de umutla bitsin.
Hani tecavüze uğrayan, sonra başı kesilen Medusa var ya.. İşte o tecavüzden iki çocuğu oluyor: Pegasus ve Chrsyar.
Pegasus hani şu kanatlı at. Deniz köpükleri gibi beyaz olan at.
Helicon dağında Heppocrene pınarı vardır. Ve rivayete göre göğe Pegasus’un toynağını yere vurmasıyla oluşmuştur bu pınar. Bu pınarda Museler, (Musa-Müzler) yani “ilham perileri ” yaşar. Bu yüzden Pegasus’un toynağının değdiği yerden fışkıran suya da “ilham kaynağı” denir. Şiir bu yüzden insanın umududur.
İktidara, erke, egemen olana tapanlara bir sözümüz var…. Kötülük bir köşede suskun suskun durmamıza neden olabilir ama, su bir yerden yatağına mutlak ulaşır.
“Hiç umut yok mu ?
Umut, umut, umut..
Umut insanda ” Nazım.
Patates ve Aptallar
Aptallık hem bulaşıcıdır hem de engellenemez bir biçimde kendini üretir.
Aptallığı bir miktar anlayan insanların önerdiği gibi ben de size onun üreme biçimini anlamanız için patatesgilleri önereceğim.
Ne büyük bir tesadüftür ki argoda “patates kafa” diye anılan aptalların ve aptallığın yaygınlaşması da yumru bir bitki olan patatesle aynı özelliği göstermektedir.
Eşeysiz bir üreme biçimine sahiptir . Yani cancağızlarım başkalarına ihtiyaç duymaz, kendi kendilerini klonlayabilen bu arkadaşlar buldukları her enerjiyi yeni ve yeniden kendilerine dönüştürürler. O kadar hızlı bir biçimde yaparlar ki aptallık her daim çoğunluk gücüne sahip olur.
Bu üreme biçiminde kalıtsal bir çeşitlilik yoktur. Baştan sona tek tip üniform bir yapının kendini çoğaltması vardır. Ne yazık ki aptallık da sınırsız varyant içerisinde duruma en uygun olanının tek tip olarak kendini üretmesi demektir.
Yani sen akıllı olanları bir çatı altında toplayacağım, uzlaşacağım çeşitlilik içinden zengin bir iletişim ve etkileşim meydana getirip daha güçlü bir akıl çıkaracağım derken aptal aynı fikirde aynı kanaatte binlercesini bir araya getirmiştir bile.
NE YAPALIM APTALLIĞA TESLİM Mİ OLALIM?
Aptallık bu kadar mı güçlü, biz de ona teslim mi olalım? diyenlere, telaş edenlere, umutsuzluk içinde kıvrananlara . Bi dur demek lazım ……
Aptallığı tanıdıkça onun zaaflarını da öğrenmiş oluyoruz.
Şimdi rizom olarak genel adı alan bu patates kafalıların yumru cinslerinin bir özelliği var ki işte o bu güçlü özelliklerinden kaynaklanan bir güçsüzlük.
O da sadece kendini kopyalayan ve kalıtsal çeşitlilik göstermeyen bu canlıların değişen şartlara uyum sağlama becerisinin azlığı. Yani patatesgiller bir hastalıkla karşı karşıya kalınca toplu bir kıyıma uğruyor. Çünkü tek kökenli oluşları soyun tamamını yıkan bir biçimi doğuruyor.
Yani , yanisi Aptallık geçiçi değil ama aptallar geçici. Birini yıktın mı diğerleri de tarihin sepetine.
Hades’in Köpeği Kerberos ve Aptallık
Kerberos (Κέρβερος), Yunan mitolojisinde Yeraltı Ülkesinin tanrısı Hades’in üç başlı köpeğidir. Kerberosun görevi, hem yaşayanların Hades’in Ülkesine girememelerini hem de efsanevi Styx nehrinin ötesine geçerek bir kez Ölüler Ülkesine ayak basmış olan ruhların bir daha oradan dışarı çıkamamalarını sağlamaktır. Yarı yılan, yarı kadın canavar Ehidna ile ateş soluyan, yarı yılan devTyphon’dan türemiş olan korkunç köpek Kerberos, çoğu zaman tanrı Hades’le birlikte, onun ayaklarının dibinde tasvir edilir. Hesiodos,Teogoni’sinde Kerberos’un 50 başlı olduğunu söylemişse de sonradan Kerberos’un genellikle üç başlı olduğu kabul edilmiştir. Efsaneye göre, mitolojik kahraman Herakles’e (Herkül) verilen son görev, bu köpeği yakalayıp getirmekti. Herakles, Atina yakınlarındaki Eleusiskentine giderek orada inisiye olduğu Eleusis misterleri sayesinde canlı biri olarak Ölüler Ülkesine nasıl girebileceğini öğrendikten sonra Ölüler Ülkesi’ne girerek Kerberos’u oradan çıkarmayı başardı.
KERBEROS VE APTALLIK
Kerberos (Κέρβερος), Yunan mitolojisinde Yeraltı Ülkesinin tanrısı Hades’in üç başlı köpeğidir.Köpeğin üç kafası, kimilerine göre bugünü, geçmişi, geleceği, kimilerine göre ise bebeklik, gençlik ve yaşlılığı simgeler. Yunan mitolojisindeki akıl almaz olaylara rasyonel açıklamalar getirmeye çalışmış olan Paradoksçu Heraklit, efsanelerin geleneklerden kaynaklandığı inancıyla, Kerberos’un üç başlı olmasını, efsanevi köpeğin sürekli yanında gezdirdiği iki yavru köpeğin varlığına bağlamıştır. Kerberos’la “Asya çakalı” veya altın çakal denen çakal türü arasında bağlantı kuran kimi uzmanlar da çıkmıştır. Artık her neyse, anlaşılan o ki bu üç başlı köpek, mitlere bakacak olursak, korkunç iştahını sadece canlı veya taze et karşısında gösteriyor, böylece de ölmüşlere tamah etmiyordu.
Bizi ilgilendiren temel özelliği ise cehennem bekçisi olan bu köpeğin temel görevi içerdekilerin dışarı çıkmasını, dışardakilerin de içeri girmesini engellemek olduğudur.
Pisagor’un Sınavı
Pisagor’un Sınavı
Büyük matematikçi Pisagor, antik dönemin tüm bilginleri gibi hayata ve insana dair her şeyi bilmek, evrene dair her soruya yanıt vermek için yola çıkmış. Yani felsefesiz ilmin manasızlığını bilen kuşaktan kendisi.
Samos’lu Pisagor’un, Milattan önce 596 yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Doğumu gibi ölüm tarihi de kesin değildir. Bugünkü adıyla bilinen Sisam Adasında 596 veya 582 yılında doğmuştur. Hayatı hakkında çok az bilgiler vardır. Bu bilgilerin birçoğu da kulaktan kulağa söylentiler biçiminde gelmiştir. Fakat, önceleri doğduğu yer olan Sisam Adasında okuduğu, daha sonraları Mısır ve Babil’e giderek oralarda bilgilerini ilerlettiği ve ülkesine geri dönerek dersler verdiği söylenir. Kendisinden önceki bilgilerin tümünü öğrenmiş ve derlemiştir. Ülkesinde hüküm süren politik baskılardan kaçarak, İtalya’nın güneyindeki Kroton şehrine gelmiş ve ünlü okulunu burada açarak şöhrete kavuşmuştur. ( bilinen kolejlerin ilki) Bu okul aynı zamanda dini bir topluluk ve o zamanın politikasına oldukça egemendir. Okulun ülke yönetiminde bu kadar etkin olmasını istemeyen çevreler bir gece okula baskın yapıp okulu öğrencilerle birlikte yakmışlardır., Pisagor ve öğrencileri bu okulun içinde alevler arasında M.Ö. 500 yıllarında ölmüşlerdir.Pisagor’un ve öğrencilerinin yaptıklarının birçoğu bu alevler arasında yok olup gitmiştir.
Pisagorun ispata dayalı matematiğinde yatan tanrı düşüncesi, müzik hakkında fikirleri, oranları kullanışı vs tartışacak değiliz bu yazıda. Bu yazıda önemli olan Pisagor’un okula öğrenci alırken uyguladığı sınavlar.( Yani kendine göre ahmaklar ile aptalları nasıl ayırdığı. )Sınav birçok aşamadan oluşuyordu. Bu aşamalardan geçmek oldukça zorlu ve uzun bir süreç gerektiriyordu. Sınavların bütünüyle de kafanızı ağrıtmak istemem, çünkü bizi ilgilendiren sınavın ön aşaması denen kısmı, yani ilk ayağı .
Bu sınav kentin dışındaki dağlık bir mekanda bulunan ve içinde hayaletlerin bulunduğu ifade edilen bir mağarada, adayın gece karardıktan gün ağırana kadar yalnız başına kalma cesaretini gösterip gösteremeyeceğinin anlaşılmasından oluşmaktaydı. Bu ürkütücü mağarada gece tek başına kalmayı reddedenler henüz daha yolun başında, gecelemeyi kabul edip sabah olmadan oradan kaçanlar ise hemen ardından sınavı başaramamış sayılır ve kolejde daha sonra gerçekleşecek sınavlara alınmazlardı.
Bir büyük bilginin neden öğrencilerini alırken ilk elemeyi temel bir korku üzerine kurduğunu anlamak, aslında binlerce yıllık bir hikayenin sonunda bugün olanı anlamak demek.
Var olmayanlardan korkular üreterek aklını o korkularla sınırlamak 2500 yıl önce bile utanç kaynağı.
Pisagor anlatılan rivayetler üzerine kendi korkularını üreten ve bu korkularla sınırlar çizen, davranışlar sergileyen bir zihni okuluna kabul etmiyor. Daha yolun başında böyle bir aklı elemesi aptallara karşı tahamülsüzlüğünün göstergesidir . Korku kültüründe yanına ne koyarsanız koyun başat olan, temel olan, egemen olan korkudur. O korku da akılla ve bilgiyle ortadan kalkar.
EE şimdi bizim aptallığımızı test edeceğimiz bir alan olmadığı için o korku kültürüyle aklımızın daracık sınırları içinde yaşıyoruz.
Üstelik sadece başkalarının telkinine esir düşmüş bir beyinden yeni bilimsel tezler beklemeyeceğini bilen Pisagor gibi okuldan atamayacağımız bir geniş ‘aptallar okulunda’ dinlemeye adanmış topluluğundayız.
Pisagor’un okulundan atılan o korkaklar topluluğunun Pisagor’un okulunu, öğrencilerini ve Pisagor’u yaktıklarını; kalabalıklar halinde korkularının yanına ilişen insandışılıklarını ve cahil cesaretlerini de düşünürsek, neden aptallıktan korktuğumuz anlaşılır.
Yalancı Gezegenler
Gezegenler, uzayda parlayan yıldızlardan kolaylıkla ayırt edilebilir. Şöyle ki, Gezegenlerin ışıkları yıldızlar gibi kırpışmaz ışıkları atmosferden doğrudan doğruya gelir.
Yıldızların görülebilen bir karakteristik özelliği, onları Güneş Sisteminin beş gezegeni olan Merkür, Venüs, Mars ve Jüpiter ve Satürn’den ayırır. Gezegenler durgun bir ışıkla gözükürlerken, yıldızlar devamlı parıldarlar. Parıldama yıldızların Dünyaya olan mesâfelerinin uzaklığı ve atmosferin yoğunluğunun ortaya getirdiği bir olaydır. Bunun anlamı da yıldızların Dünyaya olan çok fazla uzaklıklarından dolayı büyük diskler hâlinde değil de çok küçük ışık kaynakları hâlinde görüldükleridir. Gezegenler Dünyaya yakın olduklarından disk hâlinde gözükürler. Atmosferdeki yoğunluk değişiklikleri yıldız ve Gezegenlerden gelen ışıkların kırılmasına ve yansımasına sebep olur, böylece parıltılı görüntüleri meydana getirmiş olurlar. Yıldızlar ışık kaynakları olduklarından parlıyor gözükürler. Gezegenler disk olduklarından üzerlerindeki noktaların parıltıları yok olur, duru bir ışığa sâhip olurlar. Ufukta gözüken gezegenlerse daha yoğun Atmosferle kaplı olduklarından parlar gibi gözükürler.
Bulutsuz bir gecede berrak gökyüzüne bakan insanoğlu (elbette kızları da) muhteşem küçük ışık kaynaklarıyla karşı karşıya kalır. Hayranlıkla adlarını ve ne olduklarını bilmedikleri bu küçük nesnelere bakar dururlar. Binlerce yılın alışkanlığını yitirmiş olan insanoğlu gökyüzündeki bu cisimlerin ne olduğu konusunda bilgi sahibi değildir.
Oysa onlarca yıl önce göğe bakan biri kolaylıkla yıldız ve gezegenleri ayırt edebilir. Bunun yanında büyük yıldızların (büyüklük elbette göreceli ve yakınlıkla ilgili burada) ve gezegenlerin adlarını sayabilirdi.
Bugün kentin ışıkları içinde kaybolan gökyüzünde üçbeş yıldız ve iki üç gezegen ancak gözlerimize ulaşabiliyor. Topu topu 10 15 i geçmeyen sayılarına rağmen (inanın gerçek bir gökyüzünden Samanyolu’nu seyrediyorsanız yıldızların sayısı ve parlaklığı konusunda ürkersiniz) bizler hepsinden bihaber yaşayıp gidiyoruz.
Astronomi ile bağlantısını günlük gazetelerdeki astrolojiye (burç atmasyonu) indirgemiş insanın da evrenden öğrenebileceği şeyler sınırlı elbet.
Asıl sorunumuz şehirli cehaletimiz. Bu konuda elimizdeki telefonlara iliştirilmiş epey güzel app var. Ancak ilgimizi çekmiyor. Şahsen birçok okulun sahip olduğu gözlemevlerine revacın azlığına bakarak bile uzay ile insan arasındaki ilişkinin zayıfladığı gözlemlenebilir. Bu bile yaşadığımız aptal çağının üzerimizdeki evrimini gösterir.
Oysa insanoğlu temel anlayışını (insan merkezli evren ile evren merkezli insan görüşüne dönüş) gökyüzündeki gözlemleri sonucu değiştirmiş ve büyük atılımını yapmıştır.
Bugün kenterleşmiş ve çevresindeki her şeye (başta kendi emeğine ve doğaya) yabancılaşmış insanın gafletine bakacağız. Bu gaflet onun genel ahlakı hakkında da bize bilgi verecek . O zaman neden parıltılara gark olduğumuzda aldanmaya müsait olduğumuzu da daha iyi anlayacağız.
Sahte Işıklar
Gökyüzünde görmeye alışık olduğumuz o güzel gece manzarası içerisinde neler olduğunu düşündüğümüzde aklımıza öncelikli olarak yıldızlar, gezegenler ve bir de gecenin en parlak cismi, biricik uydumuz ay gelir. Oysa “yıldızlar” diye genellediğimiz parlak cisimlerin arasında başka türler de mevcut… Ayrıca çoğu zaman uçak, ya da daha spekülatif bir şekilde uçan daire olduğunu düşündüğümüz yapay ya da doğal başka cisimler de var.
Güneş haricinde (gece onu göremediğimiz için ) Ay en parlak cisim . Herkes bilir ki Ay güneş ışınlarını bir ayna gibi yansıtıyor. Yani ışığı sahte bir kaynak değil. Ay konusunda şaşırtıcı bir şey yok .
Gökyüzünde güneş sistemimizde yer alan beş gezegen çıplak gözle görülebiliyor (Jupiter, Venüs, Satürn, Merkür, Mars). Bu yüzden eski uygarlıklar, gezegenlerin gezegen olduklarını bilmezlerken, yıldızlardan ayrı olarak gezinip duran (gezegen ismi de buradan gelmiştir) bu beş gezegene tanrısal özellikler atfetmişler.
Sabit yıldızlara karşın, zincir tanımayan ve gökyüzünü boydan boya kesen hür yıldızlar yani seyyareler. İşte işin püf noktası- ki bu arkadaşlar da tanrısal özellikleriyle tanınmalarına karşın ışık kaynağı değiller- gezegenler kendilerine yüklenen hiçbir özelliğe sahip değillerr.
Onlar da zavallı ay gibi birer ayna. yani kendi ferleri yok. Güneşin ışıklarını yansıtmakla mükellef birer aynalar. Özgürlükleri de bize yakın ve bizim de içinde bulunduğumuz bir sistem içinde dönüp durmalarından ibaret .
aslında özgür filan değiller . Evrenin temel fizik yasalarına uygun olarak güneşin etrafında dört dönmeye mecbur kılınmış arkadaşlar. Ah büyük yanılgılar.
Sahte ışıklarıyla bir modern kentlinin görüp ne kadar büyük bir yıldız dediği bu gezegenler hilal yanına yıldız olarak bayraklara bile girmiştir.
Birçok bayrakta ay ve yıldız olarak geçen ve kan üzerine birleştikleri iddia edilen ikiliden yıldız olanı gerçekte bir yıldız değil. (bizimkisinin kosava savaşında olduğu söyleniyor. o zaman Jüpiter) .. Yıldız olmadıkları halde parlaklıklarının insanları aldattığı bu gezegenler her zaman bir kutsiyet sağlamışlar kendilerine.
Sahte ışıkların sonunu bilim getirmiş. önce başka gezegenlerin de uydusu olduğunu yani her şeyin dünyanın çevresinde dönmediği bulunmuş, dünyanın foyası ortaya çıktıktan sonra diğer gezegenlerin fersiz yani kendinde ateşi olmayan basit aynalar olduğu anlaşılmış….. liste uzayıp gidiyor.
Amma lakin çıkarılacak sonuç sahte ışıkların ahmak inandırıcılığından kurtulmak için bilgi gerek .Bilgisiz cehaletimizin her türlü öykü uyduracağını ve çoğunluğun aklıyla bu öykülerin gerçek sayılacağını aklınızdan çıkarmayın . O sahte ışıklara kanılarak uydurulan bir sürü öykünün sosyolojik etkisinden kurtulamadık . kurtulamıyoruz.
Mantığın Görkemli Çöküşü
Mantığın Görkemli Çöküşü/ Sorgulanamayan aptallık
Galileo, “Dünya İncil’in iddia ettiği gibi olduğu yerde durmuyor, Güneş etrafında dönüyor!” dediği için, engizisyonun zulmüne uğramıştı… Biz daha basit ve gündelik gerçekler için yakılacağız.
Mantığın görkemli çöküşünde insan sorgulanamayan bir toplu ayinin kurbanı oluyor. Gökten İbrahim peygambere indirilen bir koç gibi mantık ve adalet indirilmediği için meydanlarda bağıran kuru kalabalığın kör bıçaklarına bırakılıyoruz.
Bugün Bruno’nun yakıldığı meydanın ismi çiçek bahçesi anlamına geliyor. insanların odunlarla istiflendiği o küçük meydanda Brunonun bir heykeli de var. Buradan insanın o kuru kalabalığı yendiği düşünülebilir. Ancak öyle değil . o meydanda toplanan kalabalığın büründüğü linç hali her yerde her biçimde ve her mantıksızlıkta karşımıza çıkıyor.
Ben kalabalığın ‘yakın , yakın” çığlıklarını hala duyuyorum.
O insan etine aç yamyamların çığlıklarını sorgulanamayan aptallıklarla ve mantığın görkemli çöküşüyle duyuyorum
Günebakanlar Nasıl Ayçiçeği Oldu
GÜNEBAKANLAR NASIL AYÇİÇEĞİ OLDU?
Papatyagiller ailesinin bir üyesi olan ayçiçeklerinin bilimsel ismi Helianthus annuus’tur. Helianthus, Eski Yunanca bir kelimedir. Helios güneş, anthos ise çiçek anlamına gelmektedir. Ayçiçeğinin ülkemizdeki bir diğer adı ise “günebakan çiçeği“dir.

Morepe Yıldızı ve Bir Yarım Kadın
Atlas hakkında epey hikaye üretiilmiş ve benzetme yapılmıştır. Bu yüzden Atlas hakkında yazmayacağım. Yeni hikayeler dinlemek ve günlük yaşantımızı renklendirecek yeni hayaller üretmek lazım. Üstelik Atlas bir erkek ve bu yedi kişilik takım yıldızının içinde sayılmaz. Yani ele alınancak konunun hiç değilse dişil olması gerekir ki öykünün adaleti sağlansın . Atlas’ın eşi Deniz Perisi Pleione ve 7 kızı Pleiadlar ( Su Perileri) (Pleiades veya Ülker) Atlas ile birlikte Zeus’a karşı savaştıkları için cezalandırılmışlar, gökyüzüne savrulmuşlar ve yıldız yapılmışlardır. Şu an da gökyüzünde Pleiades takımyıldızı olarak vardırlar.
Altısı tanrılarla evlenen bu kızlardan sadece Merope bir ölümlü ile evlendiği için utancından parlaklığını kaybetmiş ve bu yüzden bazen görünmez olmuştur.
Ülker veya Süreyya (M45, Yedi Kız Kardeş, Peren veya Pervin olarak da anılır, ing. The Pleiades) bir açık yıldız kümesidir. Boğa takımyıldızında (Taurus) bulunur (Yahudilerce kutsal olduğu kabul edilir). Dünya‘ya en yakın açık yıldız kümelerinden ve büyük ihtimalle de en ünlü ve çıplak göze en güzel görünenleridir. Ülker yıldız kümesinin yaklaşık 440 ışık yılı (135 parsek) uzaklıkta olduğu bilinmektedir.
Yıldız kümesinde son 100 milyon yıl içinde oluşmuş sıcak mavi yıldızlar başı çekmektedir. Astronomların hesaplarına göre Ülker yıldız kümesi gelecek yaklaşık 250 milyon yıl boyunca varlığını sürdürdükten sonra dağılacaktır
- İbranice – כִּימָה
- Arapça – ثريا (Süreyya)
- Korece – 좀생이별 (Jomseng-yiByul)
- Japonca – (Subaru)
- Maori – (Matariki)
- Sanskritçe – (Kṛttikā)
- Fars ve Hint – (Pervîn)

Avcı Orion’u reddederek bir ölümlüye aşık olmanın onurunu yaşayamayan ve kendi tercihleri yüzünden parlaklığı elinden alınan bu kadın, erkek dünyasının anlatıcılarının sözcükleriyle de silinip gitmiştir. Tercihlerine sahip çıkan Merope’yi ne kadar karanlığa iterseniz itin onun öyküsü doğru tavrın nadirliği ve yalnızlığı içinde parıldıyor.
Bugün de gücü, iktidarı, genel geçer doğruları tercih edecek ve bu yüzden methiye ve zenginliklere boğulacak altı kardeş bulmak mümkün. Ancak asıl değerli olan tüm bunları reddedip, kendi tercihlerini yaşamak isteyen ve güce taparlıktan çok doğruyu ararlığı kaderi olarak seçen Morepeler bulmak oldukça zor.
Bugünün denizcilerine tavsiyem denize açıldıklarında göğe bakıp Ülker takımyıldızını arıyorlarsa ve yedinci kardeşi göremiyorlarsa akıllarına dünyanın her yerinde özgür iradelerini kullanan ve onurlarını her şeyden üstün tutan kadınları hatırlasınlar. O zaman belki binlerce yıllık öykümüz değişir. Kim bilir?