Etiket arşivi: bilginlerin hayatlarından

Pisagor’un Sınavı

Pisagor’un Sınavı

Büyük  matematikçi  Pisagor, antik dönemin tüm bilginleri gibi hayata ve insana dair her şeyi bilmek, evrene dair her soruya yanıt vermek için yola çıkmış. Yani  felsefesiz  ilmin manasızlığını bilen kuşaktan kendisi.

Samos’lu Pisagor’un, Milattan önce 596 yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Doğumu gibi ölüm tarihi de kesin değildir. Bugünkü adıyla bilinen Sisam Adasında 596 veya 582 yılında doğmuştur. Hayatı hakkında çok az bilgiler vardır. Bu bilgilerin birçoğu da kulaktan kulağa söylentiler biçiminde gelmiştir. Fakat, önceleri doğduğu yer olan Sisam Adasında okuduğu, daha sonraları Mısır ve Babil’e giderek oralarda bilgilerini ilerlettiği ve ülkesine geri dönerek dersler verdiği söylenir. Kendisinden önceki bilgilerin tümünü öğrenmiş ve derlemiştir. Ülkesinde hüküm süren politik baskılardan kaçarak, İtalya’nın güneyindeki Kroton şehrine gelmiş ve ünlü okulunu burada açarak şöhrete kavuşmuştur. ( bilinen kolejlerin ilki) Bu okul aynı zamanda dini bir topluluk ve o zamanın politikasına oldukça egemendir. Okulun ülke yönetiminde bu kadar etkin olmasını istemeyen çevreler bir gece okula baskın yapıp okulu öğrencilerle birlikte yakmışlardır., Pisagor ve öğrencileri bu okulun içinde alevler arasında M.Ö. 500 yıllarında ölmüşlerdir.Pisagor’un ve öğrencilerinin yaptıklarının birçoğu bu alevler arasında yok olup gitmiştir.

Pisagorun ispata dayalı matematiğinde yatan tanrı düşüncesi, müzik hakkında fikirleri, oranları kullanışı vs tartışacak değiliz bu yazıda. Bu yazıda önemli olan Pisagor’un okula öğrenci alırken uyguladığı sınavlar.( Yani kendine göre ahmaklar ile aptalları nasıl ayırdığı. )Sınav birçok aşamadan oluşuyordu. Bu aşamalardan geçmek oldukça zorlu ve uzun bir süreç gerektiriyordu. Sınavların bütünüyle de  kafanızı ağrıtmak istemem, çünkü bizi ilgilendiren sınavın ön aşaması denen kısmı, yani ilk ayağı .
Bu sınav kentin dışındaki dağlık bir mekanda bulunan ve içinde hayaletlerin bulunduğu ifade edilen bir mağarada, adayın gece karardıktan gün ağırana kadar yalnız başına kalma cesaretini gösterip gösteremeyeceğinin anlaşılmasından oluşmaktaydı. Bu ürkütücü mağarada gece tek başına kalmayı reddedenler henüz daha yolun başında, gecelemeyi kabul edip   sabah olmadan oradan kaçanlar ise hemen ardından sınavı başaramamış sayılır ve  kolejde daha sonra gerçekleşecek sınavlara alınmazlardı.
Bir büyük bilginin neden öğrencilerini alırken ilk elemeyi  temel bir korku üzerine kurduğunu anlamak, aslında binlerce yıllık bir hikayenin sonunda bugün olanı anlamak demek.
Var olmayanlardan korkular üreterek aklını o korkularla sınırlamak 2500 yıl önce bile utanç kaynağı.
Pisagor anlatılan rivayetler üzerine kendi korkularını üreten ve bu korkularla sınırlar çizen, davranışlar sergileyen bir zihni okuluna kabul etmiyor. Daha yolun başında böyle bir aklı elemesi aptallara karşı tahamülsüzlüğünün göstergesidir . Korku kültüründe yanına ne koyarsanız koyun başat olan, temel olan, egemen olan korkudur. O korku da akılla ve bilgiyle ortadan kalkar.
EE şimdi bizim aptallığımızı test edeceğimiz bir alan olmadığı için o korku kültürüyle aklımızın daracık sınırları içinde yaşıyoruz.
Üstelik sadece başkalarının telkinine esir düşmüş bir beyinden yeni bilimsel tezler beklemeyeceğini bilen Pisagor gibi okuldan atamayacağımız bir geniş ‘aptallar okulunda’  dinlemeye adanmış topluluğundayız.
Pisagor’un okulundan atılan o korkaklar topluluğunun Pisagor’un okulunu, öğrencilerini ve Pisagor’u yaktıklarını; kalabalıklar halinde korkularının yanına ilişen insandışılıklarını ve cahil cesaretlerini de  düşünürsek, neden aptallıktan korktuğumuz anlaşılır.

Yalancı Gezegenler

Yalancı Gezegenler / sahtenin parlaklığı

Gezegenler, uzayda parlayan yıldızlardan kolaylıkla ayırt edilebilir. Şöyle ki, Gezegenlerin ışıkları yıldızlar gibi kırpışmaz ışıkları atmosferden doğrudan doğruya gelir.

Yıldızların görülebilen bir karakteristik özelliği, onları Güneş Sisteminin beş gezegeni olan Merkür, Venüs, Mars ve Jüpiter ve Satürn’den ayırır. Gezegenler durgun bir ışıkla gözükürlerken, yıldızlar devamlı parıldarlar. Parıldama yıldızların Dünyaya olan mesâfelerinin uzaklığı ve atmosferin yoğunluğunun ortaya getirdiği bir olaydır. Bunun anlamı da yıldızların Dünyaya olan çok fazla uzaklıklarından dolayı büyük diskler hâlinde değil de çok küçük ışık kaynakları hâlinde görüldükleridir. Gezegenler Dünyaya yakın olduklarından disk hâlinde gözükürler. Atmosferdeki yoğunluk değişiklikleri yıldız ve Gezegenlerden gelen ışıkların kırılmasına ve yansımasına sebep olur, böylece parıltılı görüntüleri meydana getirmiş olurlar. Yıldızlar ışık kaynakları olduklarından parlıyor gözükürler. Gezegenler disk olduklarından üzerlerindeki noktaların parıltıları yok olur, duru bir ışığa sâhip olurlar. Ufukta gözüken gezegenlerse daha yoğun Atmosferle kaplı olduklarından parlar gibi gözükürler.

Bulutsuz bir gecede  berrak gökyüzüne bakan insanoğlu (elbette kızları da) muhteşem küçük ışık kaynaklarıyla karşı karşıya kalır. Hayranlıkla adlarını ve ne olduklarını bilmedikleri bu küçük nesnelere bakar dururlar. Binlerce yılın alışkanlığını yitirmiş olan insanoğlu gökyüzündeki bu cisimlerin ne olduğu konusunda bilgi sahibi değildir.
Oysa onlarca yıl önce göğe bakan biri kolaylıkla yıldız ve gezegenleri ayırt edebilir. Bunun yanında büyük yıldızların (büyüklük elbette göreceli ve yakınlıkla ilgili burada) ve gezegenlerin adlarını sayabilirdi.
Bugün kentin ışıkları içinde kaybolan gökyüzünde üçbeş yıldız ve iki üç gezegen ancak gözlerimize ulaşabiliyor. Topu topu 10 15 i geçmeyen sayılarına rağmen (inanın gerçek bir gökyüzünden Samanyolu’nu seyrediyorsanız yıldızların sayısı ve parlaklığı konusunda ürkersiniz) bizler hepsinden bihaber yaşayıp gidiyoruz.

       Astronomi ile bağlantısını günlük gazetelerdeki astrolojiye (burç atmasyonu) indirgemiş insanın da evrenden öğrenebileceği şeyler sınırlı elbet. 
         Asıl sorunumuz şehirli cehaletimiz. Bu konuda elimizdeki telefonlara iliştirilmiş epey güzel app var. Ancak ilgimizi çekmiyor. Şahsen birçok okulun sahip olduğu gözlemevlerine  revacın azlığına bakarak bile uzay ile insan arasındaki ilişkinin zayıfladığı gözlemlenebilir. Bu bile yaşadığımız aptal çağının üzerimizdeki evrimini gösterir.
Oysa insanoğlu temel anlayışını (insan merkezli evren ile evren merkezli insan görüşüne dönüş)  gökyüzündeki gözlemleri sonucu değiştirmiş ve büyük atılımını yapmıştır.
Bugün kenterleşmiş ve çevresindeki her şeye (başta kendi emeğine ve doğaya) yabancılaşmış insanın gafletine bakacağız.  Bu gaflet onun genel ahlakı hakkında da bize bilgi verecek . O zaman neden parıltılara gark olduğumuzda aldanmaya müsait olduğumuzu da daha iyi anlayacağız.

Sahte Işıklar

Gökyüzünde görmeye alışık olduğumuz o güzel gece manzarası içerisinde neler olduğunu düşündüğümüzde aklımıza öncelikli olarak yıldızlar, gezegenler ve bir de gecenin en parlak cismi, biricik uydumuz ay gelir. Oysa “yıldızlar” diye genellediğimiz parlak cisimlerin arasında başka türler de mevcut… Ayrıca çoğu zaman uçak, ya da daha spekülatif bir şekilde uçan daire olduğunu düşündüğümüz yapay ya da doğal başka cisimler de var.
Güneş haricinde (gece onu göremediğimiz için ) Ay en parlak cisim . Herkes bilir ki Ay güneş ışınlarını bir ayna gibi yansıtıyor. Yani ışığı sahte bir kaynak değil. Ay konusunda şaşırtıcı bir şey yok .
Gökyüzünde güneş sistemimizde yer alan beş gezegen çıplak gözle görülebiliyor (Jupiter, Venüs, Satürn, Merkür, Mars). Bu yüzden eski uygarlıklar, gezegenlerin gezegen olduklarını bilmezlerken, yıldızlardan ayrı olarak gezinip duran (gezegen ismi de buradan gelmiştir) bu beş gezegene tanrısal özellikler atfetmişler.
Sabit yıldızlara karşın, zincir tanımayan ve gökyüzünü boydan boya kesen hür yıldızlar yani seyyareler. İşte işin püf noktası-  ki bu arkadaşlar da tanrısal özellikleriyle tanınmalarına karşın ışık kaynağı değiller- gezegenler kendilerine yüklenen  hiçbir özelliğe sahip değillerr.

Onlar da zavallı ay gibi birer ayna. yani kendi ferleri yok. Güneşin ışıklarını yansıtmakla mükellef birer aynalar. Özgürlükleri de bize yakın ve bizim de içinde bulunduğumuz bir sistem içinde dönüp durmalarından ibaret . 
aslında özgür filan değiller . Evrenin temel fizik yasalarına uygun olarak güneşin etrafında dört dönmeye mecbur kılınmış arkadaşlar.  Ah büyük yanılgılar. 
Sahte ışıklarıyla bir modern kentlinin görüp ne kadar büyük bir yıldız dediği bu  gezegenler hilal yanına yıldız olarak bayraklara bile girmiştir. 
Birçok bayrakta ay ve yıldız olarak geçen ve kan üzerine birleştikleri iddia edilen ikiliden yıldız olanı gerçekte bir yıldız değil. (bizimkisinin kosava savaşında olduğu söyleniyor. o zaman Jüpiter)  .. Yıldız olmadıkları halde parlaklıklarının insanları aldattığı bu gezegenler  her zaman bir kutsiyet sağlamışlar kendilerine.
Sahte ışıkların sonunu bilim getirmiş. önce başka gezegenlerin de uydusu olduğunu yani her şeyin dünyanın çevresinde dönmediği bulunmuş, dünyanın foyası ortaya çıktıktan sonra diğer gezegenlerin fersiz yani kendinde ateşi olmayan basit aynalar olduğu anlaşılmış….. liste uzayıp gidiyor.
Amma lakin  çıkarılacak sonuç sahte ışıkların ahmak inandırıcılığından kurtulmak için bilgi gerek .Bilgisiz cehaletimizin her türlü öykü uyduracağını ve çoğunluğun aklıyla bu öykülerin gerçek sayılacağını aklınızdan çıkarmayın . O sahte ışıklara kanılarak uydurulan bir sürü öykünün sosyolojik etkisinden  kurtulamadık . kurtulamıyoruz.

Mantığın Görkemli Çöküşü

Mantığın Görkemli Çöküşü/ Sorgulanamayan aptallık

Kilise dogmasına karşı görüşlerinden dolayı Roma’da yakılarak öldürülen Bruno   yakılacağı sırada, kendisine ölüm kararını bildiren engizisyon yargıcına söylediği şu söz insan aklının zulme meydan okuyuşudur: „Ölümümü bildirirken, sen benden daha çok korkuyorsun!..
Burada romantizm yapmak  ve bak gördünüz mü Bruno haklı çıktı demek istemem. Evet Bruno haklı çıktı ama o büyük iktidarın basiretsiz adamları Bruno gibi yüzlercesini küle dönüştürdüler. O basiretsiz, korkak adamlar nice cesur insanın kanını içti. Üstelik öldür öldür diye bağıran kalabalıklardan bahsetmiyorum bile. 

 
Tekrarlayalım Bruno yakılırken meydana toplanmış yüzlerce salyalı “Yakın , yakın !” diye bağırıyordu. Neden , ne için   olduğunu bilmeden ve sorgulamadan. 
Geçmiş ne kadar çok bugünü anlatıyor. Bugün de görkemli çöküşün eşiğinde olan bizler, hangi mantık örgüsünde bir araya geldiğini bilemediğimiz binler tarafından  yakılmak yıkılmak ve yok edilmek için sıramızı beklemiyor muyuz?
Ve ne yazık ki biz Bruno’nun tersine hakimlerimizden daha korkak değil miyiz? (Bizi yargılayanlardaki aptal cesareti değil , iktidar gafleti)
Galileo, “Dünya İncilin iddia ettiği gibi olduğu yerde durmuyor, Güneş etrafında dönüyor!” dediği için, engizisyonun zulmüne uğramıştı… Biz daha basit ve gündelik gerçekler için yakılacağız.

Mantığın görkemli çöküşünde insan sorgulanamayan bir toplu ayinin kurbanı oluyor. Gökten İbrahim peygambere indirilen bir koç gibi mantık ve adalet indirilmediği için meydanlarda bağıran kuru kalabalığın kör bıçaklarına bırakılıyoruz.
Bugün Bruno’nun yakıldığı meydanın ismi çiçek bahçesi anlamına geliyor. insanların odunlarla istiflendiği o küçük meydanda Brunonun bir heykeli de var. Buradan insanın o kuru kalabalığı yendiği düşünülebilir. Ancak öyle değil . o meydanda toplanan kalabalığın büründüğü linç hali her yerde her biçimde ve her mantıksızlıkta karşımıza çıkıyor.
Ben kalabalığın ‘yakın , yakın” çığlıklarını hala duyuyorum.
O insan etine aç yamyamların çığlıklarını  sorgulanamayan aptallıklarla ve mantığın görkemli çöküşüyle duyuyorum