Etiket arşivi: edebiyat

Esmer

Yağmur bütün kedileri kaçırmıştı,

Kara bir bulut gibi uzanmıştım göğün yüzüne,

Yıldızlar silinince biter yaz,

Berraklığını yitirir karanlık, puslanır.

Bir yerde unuttuğumuz rüyalar hatırlanır.

Saçıp savurduğumuz insanlar.

Onlar da kabahatlidir elbet, yine de

Suyun yüzünde kalmak,

İyileşmeyen bir yara gibi kanamak,

Vazgeçmeden tutunmak bir sanattır.

Bak, girdiğim denizin tuzu var tenimde,

Güneşin esmerliği…

Nasıl da siniyoruz birimiz diğerine.

Yağmur bütün kedileri kaçırmıştı.

Sokaklarda serseri bir su

Akıp gidiyordu denizine.

Yer çekimi çiziyordu her şeyin yolunu.

Düşmek bu yüzden kolay

Kalkmak bu yüzden zordu.

Şefkatin de bir alaycılığı vardır,

Bir zehir gibi fısıldanır

Seni iyileştirdiğini sandığın sözcükler.

Oysa bitip gitmiştir sabır,

Kendini inandırmayı da beceremezsin,

Başkaları katılaşır, eşyalaşır;

İçindeki boşlukların bir köşesinde

Yığın yığın, toz toprak içinde.

Yağmur bütün kedileri kaçırmıştı,

Yıldızların ışıltısı berraklığını yitirmişti.

Ağaçlar yaprak üflüyorlardı rüzgara,

Bu çıplaklığa inat,

Maskeleniyordu hatırladığım ne varsa.

Belki bu yüzden unutmak istiyorum.

Acı çekerek ölmesin

Elimin değdiği hayat.

Medea

siyah, bir seyyah için silinmiş bir haritadır,

beni yıldızlı bir gök ile uğurla.

biliyorum, şaşıracağım yolumu yine de

belli belirsiz bir aşkla.

bazen gölgelenirim ve toprak

filizlendirir tohumlu bir afyonu kalbimden

diner acılarım belli ki aldanarak.

gece, aynaları öldürür

karanlık kusar, ta ki kırılana kadar.

beni yıldızlı bir gök ile uğurla,

en mahrem yerlerindeki ışıkla.

su hangi avuçtaysa onun denizidir,

bir damlada saklıdır o koca derya.

siyah, bir seyyah için silinmiş bir haritadır,

bana gökten bir mücevher kopar da ver

merhamet et, adımla çağır.

bu kirli bedeni ışığınla yıka

bir çamurdan yapılmıştır ve sürgün

yalnız aşkla katlanır yalnızlığa.

Zifir

Sen güne nereden başlıyorsun, ben aynasız bir sabahtan mesela

tütsülenmiş bir gökten, çıkmaz bir sokaktan, tanrısız bir duadan

ayıpsız bir küfürden, ümitsiz bir düşten…

Sen güne nereden başlıyorsun, ben sahipsiz bir köpekten mesela

eşiksiz bir evden, gürültülü bir sessizlikten, tok bir yoksulluktan…

Sen güne nereden başlıyorsun?

insan iki kere doğar, biri annesinin rahminden,

biri de her sabah kendi kendinden; utananlar için ne büyük mükafattır bu,

bir sigarayı başka bir sigaradan yakar gibi zifirden

tekrar tekrar doğurmak mağlubu.

Bir gece gibi aklanır içinde kararan ve eğer unutmayı öğrenirsen

yorulan, kırılan, dağılan ne varsa kusarsın sabaha.

Sen güne nereden başlıyorsun?

Biri saadetini yitirmişse, göğünü düşürmüşse, kaybolup gitmişse

alır mısın onu içeri, yoksa kendi saadetini, göğünü, yolunu

çoğaltıyor musun başkalarının göze görünmezliğinde.

Aslında durup beklesen göreceksin, çürüyen bir meyveden

nasıl filizlenir bin dallı bir ağaç, bir taşın gözünden nasıl fışkırır

kayaları çakıl eden bir nehir,

bir kuş yuvasında nasıl çoğalır kanat kanat

yoktan gelmez elbet ama kendinden dönüşür durur hayat.

Sen güne nereden başlıyorsun?

Yorgunluktan diğerine yaslanmış evlerin, boyası dökülmüş

içi paslanmış demirlerin, yıpranmış, pörsümüş kumaşların

hatıralarını anımsamadan, unutup geçiyor musun sokakları?

Değerli diyor musun bir çocuk telaşıyla sadece senin olana.

Oysa insan kaybetmekten korkar bilir misin; ayıbını, eksiğini

suçunu, hatasını sahiplenir, bir sır gibi tutar aklında.

Yine de sinesinde olanı insan kendi bilir ve hepimizin

onulmayacak yarası, dinmeyecek acısı budur.

Sen güne nereden başlıyorsun?

Ben güne büyük bir azimle, tedirginlikle, bile bile

kendimi öldürmekten başlıyorum.

umduğu, umman gördüğü, düşlediği, deniz bildiği

eğilip hayat içtiği ne kadar su varsa onu onda boğuyorum.

Sormakta haklısın, yeniden doğmayacağını bilsen öldürür müsün?

yitirip bulamayacağını, gidip dönemeyeceğini,

körelip kesemeyeceğini, kuruyup yeşeremeyeceğini.

soğuyup taş kesileceğini bilsen öldürür müsün?

Sence biliyor mudur bir tırtıl döneceğini bir kelebeğe,

nasıl şaşırıyordur kim bilir gündüz doğuran bir gece.

Şüphesiz kesinlikler, mutlak sonlar, değişmezlikler

Cebren sıkıştığımız ne varsa değersizleştirir bu endişe.

Sen güne nereden başlıyorsun?

Kaplumbağanın Kış Uykusu

Büyük rüzgarların sağır edici bir yanı vardır,

Denizlerin mavi bir karanlığı,

Yağmurlar çürütür bazen filizlendireceklerini.

İnsan düşünür durur yıllarca

Neden kendi kendini zincirleyeceğini.

Dokunup durmak isterken birilerine

zırhtan bir kabuk edineceğini.

Herkes acemi doğmaz hayata

Kimi denizi kabuğundan çıktığında bulur,

kimi sahiptir konacak bir dala, uçacak bir göğe

Hiçbir yere gitmek istemeyenin bir yuvası

Gezip duranların da bir sılası olur.

Bilmiyorum nerden düştük

Ortak soruları olanların

ortak yanıtları olacağı yanılgısına.

Belki bu yüzden

yanıtlamadık hiçbir şeyi

Yıllarca durup da yan yana.

Fazla olanın hep bir eksiği vardır,

Az olanın bitmez bir utancı

Tamamlamadan dururlar birbirlerini

oysa var mıdır geceye karışmamış bir gün

belki bu yüzden uzak, boynu bükük ve küskün

durarak düşürüyorduk gölgelerimizi

diğerinin aydınlığının üstüne.

Titrek kalbimizin yalanlar söylemesine

izin verdik kendi kendine

Öğrendik ve artık biliyoruz

başkasından ayrı düşen

yabancılaşır önce kendine.

Küçük şeyler bozuk paralarla alınmaz

en azından her zaman,

Bütünlemese de olur kendini.

Bazen bir fırtınada

bir gökkuşağıdır fazla olan.

Bazen kendini kendiyle tamamlar

eksik olan.

Yalnızlık öyle adaletlidir.

gitme vakti geldiğinde

bırakır akıntıya kendini

kış uykusuna yatmış kaplumbağalar.

Oysa telaşlıdır sevişmek

Sanki ertesi yokmuş gibi.

Biliyorum, kimi dünleri unutmak

kimi aklında tutmak ister.

Bütün fırtınaların sağır edici bir yanı vardır.

Kırk Dokuz Elli

“Özgür”e

Ne zaman düşürdün kim bilir soru işaretlerini

Şüphelerini, endişelerini.

O kara yüzden, belki de bu yüzden

eksik olmadı o gülüş.

Harami kapılarına dayandın

Dedin ki kırk dokuz elli işte geldi deli

Korktular mı bilmem senden

Ama kıskanmışlardır yaşam sevincini

İnadını , direncini.

Düştüğün yerden kalkmasını bildin,

Sırtında taşıdın hep evini,

geçtiğin yerleri “yol” belledin,

belki de bekledin kimbilir birilerini.

Yetimlerin kedi olduğu

Bir miskinler evi gibi için.

Duvarlarında geceleri içtiğin yıldızlar

Dudakları annesinin memelerinden hiç ayrılmamış

Kaç çocukla büyüyorsun kim bilir?

Sürgünden döndüğünde tanımasa da seni

Bütün çiçeklere saksı ediyorsun evini.

Bundandır koynundaki toprak kokusu

Yağmur çağıltısı, bahar çağrısı.

Bütün günler eşit değil

Kimi yaşanmamış bile sayılır.

Ama işte geldi

Kırk dokuz- elli

Yeniden doğ ama yine sen ol.

Afilli, neşeli, deli….

Yekpare Kırılganlık

Bir insanı bir arada tutan nedir

Muğlak bir çocukluğu dışında?

Kuru bir tohumu yeşerten

Deneten bir daha bir daha

Bir insanı bir arada tutan nedir?

Hatalarını kucaklamak dışında.

Çabuk unutur insan

ilk sözü anımsamaz mesela,

yaşadığı ilk şeyi.

Bilmez ne kırıp dağıttı yekpareliğini …

Bilmez neyi atıp kurtulacağını

Neyi tamir edeceğini.

Bir insanı bir arada tutan nedir?

Ah, kendini dünyanın mührü sananlar!

Belalarını bir çöle salanlar,

Nasıl da akıyor içinize sahranın kumu

Nasıl da kuruyor içinizdeki yaşam suyu.

Oysa diyorum ki bir anlamı olmalı

Bir orman yangınında

Dalında susup bekleyen kuşun bile.

Ağında çırpınıp duran balığın bile.

Ah, kendini kendine müjdeleyenler

Yapboz kutusunda kaderini bekleyenler

Böyle dümdüz kim kesti sizi

Oysa bilmez misiniz?

Yaraları içe kanamayanlar

Tamamlayamaz kendini.

Bir insanı bir arada tutan nedir?

Göğsünde kanla dolan kalbini susturması mıdır ?

Yoksa dudaklarına öğretmesi midir yalanı?

Ah, başkalaşarak heykel kesilenler!

yerden alamayanlar kırılıp düşen parçasını.

Oysa yaşamak demek tenin sıcaklığı

Etin kemikte titreyen oynaklığı.

Bir insanı bir arada tutan nedir?

Ölü Kuklalar

De ki “Ben sur üflendiğinde dirilenlerden değilim. “

bir yılanın dudaklarına bırakırım zehiri, bir akrebin kuyruğuna

kanla yıkanmadım, sonradan yaratılmadım …

De ki ” Ben günahları örtülecek olanlardan değilim.”

Çocukluktan başka mezarı, unutulmaktan başka taşı

olmayanların kavmindenim.

Ateşin isi sayılırım, tufanın çamuru, toprağın kıracı …

ne arta kalansa o benim.

Neyden arta kaldıysam o benim.

Ah, sular kıvrıldı, güneş bulut yaptı gökyüzüne

Bir barikatın ardında tanıdım onu

Omzu omzuma değdiğinde.

Ben dedi iflah olacaklardan değilim,

İçimdeki ateşi salacağım sokaklara

benim cennetim cehennemden doğacak

bu yangın yerinde bizim kalbimiz soğumayacak.

Sonra kuşlara su verdi, karıncaları taşıdı yuvasına

Yürüdü, karışıp gitti akşam kızıllığına.

Yağmur yağdı, ıhlamur kokusu giyindi.

Belki körler de gördü bu çıplak gerçeği

Sonra susup dinlediler seslerin silinmesini.

Bütün mesele masallara döndürmemek misalleri

Yırtık kozasını unutmamak anlatırken kelebeği

Toprağı kanatarak çıkan filizin

yerin altındaki bekleyişini.

De ki “Ben inkar edenlerden değilim.”

Biliyorum başkasının diliyle ateş yalayan

kuklaların dirilmeyeceğini.

Yaraları kanıyordu.

Öyle büyüdü ki gözleri

Sanki bütün dünyaya son kez bakıyordu.

Ah, ben sur üflendiğinde dirilenlerden değilim

Ben başkasında dirilirim.

Kanı ellerimde kuruyordu, soluyordu…

Bütün ıhlamur kokularını içine çeker gibi soluyordu.

Rüzgar esti, ince bir kağıt gibi alıp götürdü onu,

yalnız ve isli bir göğe kanat çırpıyordu .

Üşümüş ellerini tuttum

Üşümüş ellerini tuttum ama kanı bana akmıyordu.

Uzak

Nihayet bitti.     

Bütün ağustoslar gereğinden kısadır

ama nihayet bitti.

Uzakta kaldı, geçmedi.

Ne de olsa geçmiş

Döner durur, bulur seni.

Nehirler düze inince

kıvrılır ya sancısından

İnsan da öyledir

Başkasına akamayınca.

Nihayet bitti .

Denizin suyuna ilişti .

Ama geçmedi,

Uzakta kaldı.

Bir göğe bir yıldız

ne kadar uzaksa.

Bütün ağustoslar gereğinden kısadır.

Ve kimi mektuplar

Başka bir mevsime açılır

Allı pullu zarfından.

rüzgar , bulut ve yağmur

kapında istemediğin ne varsa

başında.

Hani kopup gitsin,

savursun istersin seni

dönüp duran ne varsa

oysa bırakmaz

aynı yere dönersin

Nihayet bitti

ama geçmedi

Uzakta kaldı .