Umut güzel bir sözcük. Geleceği farklı kılabilme ihtimali. Bu bazen bütün dünyaya ilişkinken (ütopya) bazen o insanın kendi kaderini yenebilmesi üzerine kurulu.
Çoğu kez boş bir hayal, karşılık bulmayan bir çaba, sonuçlanmayan bir beklenti.
Mitolojide umut hakkında çok güzel bir öykü var. Çoğumuz biliyoruz;biliyoruz ama ona yeniden ve umutla bakma becerisi gösterebiliyor muyuz? O bilinmez.
Önce hikayeden başlayalım.
Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a, balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekâya sahip Pandora’yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora’ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz/kutu hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Ancak son anda kutuyu kapatır bu da insanların içindeki “umut”tur. Dinsel metinlerde Cennetle bahşedilmiş Adem’e Havva’nın hediye edilmesi ve bir yemişle başlayan Dünya serüvenlerine çok benzeyen bu hikayenin birden çok anlatısı var. Hepsi de Pandora’nın basiretsizliği ya da yenemediği merakı üzerine kurulu.
Ancak öyküyü farklı okuduğunuzda Pandora’nın yaşamı başalattığının farkına varıyorsunuz. Yani kozmik zaman dışında Pandora’nın başlattığı şey hem kendi biyolojik zamanı hem de tüm insanlığın ortak yaşamının başlangıcı. Promethus’un ateşi kullanmayı öğretip bedeller ödediği insan; aslında kendi aydınlanmasını Pandora’nın kutusuyla başlatarak, asıl ateşi içine alıyor, ruhuna ve aklına salıyor. Bütün her şeyin karşısına dikilebilmesi için önce bütün her şeyin onun dışında varolabilmesi; sonra da o diklenme için kutunun dibinde kalan umuda sahip olabilmesi gerekiyor.
Kutuda olan umut öyle sahipsiz de değil, onun bir adı var: Elpida (Elpis)…
Elpis, Yunan mitolojisinde umudun tecessümü, vücut bulmuş hali ve tanrıçasıdır. Nyx’in çocuğu, Pheme’nin ise annesi olduğuna dair iddialar vardır. Genellikle genç bir kadın olarak resmedilir. Tasvirlerinde çoğunlukla çiçekler (özellikle de zambak) veya cornucopia (içinden meyveler saçılan boynuz – bereket simgesi) taşır. Roma mitolojisindeki karşılığı Spes’dir.
Bugün geçerliliğini koruyan inançların çoğu insanın cüzzi iradesiyle külli iradeyi aşamayacağını söylüyor.Kaderi yaşamak ve yazgıya şükretmek imanın gerekliliklerinden biri.Bu düşünce yani kendi başlattığını bitirememe ve değiştirememe “becerisi” insan özgü bir yabancılaşmadır. Doğa ve onun kanunları karşısında (özellikle de ölüm) artan denetimine rağmen insanın iradesini başka güçlere teslim etmesidir yabancılaşma.(Öğrenilmiş çaresizlik diye de süslenir adı) Her ürettiği kendisinin biraz daha eksilmesine, her eylemi biraz daha pasifleşmesine ve gücünü her kullanışı biraz daha güçsüzleşmesine yol açmaktadır.
Azalıp azalıp hiç tükenmeyen Elpida yol gösterici bir tanrıçadır. İnsanın büyük yabancılaşmasını yenmesinin yegane yolunu göstermektedir bize. “Umut etmek” tanrılarda olmayan bir özelliktir çünkü ölümsüzlerin, kaderi aşan varlıkların, bir yazgıya hapsolmamışların umudu ihtiyacı yoktur.
Oysa yaşamın başlangıcını yaşadığı büyük yabancılaşma yüzünden(cennetten geldiğini ve baştan kaybettiğini düşünür) yenilgi sanan insanın “umut etmek” ve “umut ettirmek ve “birlikte ummak”tan başka yolu yoktur.
Marks tüm yabancılaşmaların “insanın bilinçsiz faaliyetleriyle ortaya çıktığını ve yine insanın, bilinçli toplu eylemleriyle değişebileceğini” söyler.
Pandora’nın son anda yaşadığı pişmanlık ile kutuda bıraktığı umut, rastgele bir biçimde değil,bile isteye o kutudan çıkmalıdır.
Bu yüzden seslenmeliyiz….
Daha yüksek söylemeliyiz….
NEREDESİN BE ELPİDA….
Su ateşten ne içer de döner güle ?
İnce kollarıyla bir gül dalı
nasıl taşır Hıdır ile İlyas’ı ?
Su ateşten ne içer de döner güle ?
Ab- ı hayat dediğin
dar ağacında sessiz bir gülümseme
bak benim de dudaklarımda şimdi
bir yıldızı avuçlarında tutar gibi .
Su ateşten ne içer de döner güle ,
Ay ışığında bir gece ?
ipince bir gül dalı
nasıl taşır ilmeklenmiş düşleri ?
Taşır elbet ;
-bütün yaftaları boynundan çıkararak-
buluşarak bir gül gibi
kızıla çalan göğün altında…
tomurcuklanarak sana değen ellerle
yumruk büyüklüğünde…
Su ateşten ne içer de döner güle ?
Umut bence, umut bizce…………….
Mitoloji ortak bir bilinçaltı gibi işliyor. Mitolojik öyküleri okumak da bir çeşit kolektif bilincin dışsallaşması ve hatta kusulması gibi. Okuduğumuz her öykü bize “insanın” insanlaşma sürecinde nasıl yitip gittiğini, hangi dolambaçlı ve çetin yollardan bugüne çıktığını gösteriyor.
Engelliler haftası nedeniyle televizyonlarda, sosyal ağlarda gözümüze birçok mesaj ilişti. Yayınlanan onca mesajın ince işçiliğine katılıyorum da toplumsal yaşamımızın onlar için gerektiği kadar adil olmadığını görerek üzülüyorum . ideali göstermek ile ideale yönelmek arasındaki tutum/tavır farkı ikiyüzlülüğümüzün göstergesi olmaktan başka bir şey değil.
Bir gün işe yaramaz televizyonda bir belgesel izledim. Yok, hayatım değişmedi; ama haya konusunda bir değişim yaşadığım inkar edilemez. İzlediğim belgesel “Kör Maymun” du. Belgeselde Çin’in Taihang Dağı’nda kör bir yavru maymunun hayata karşı mücadelesinde, içinde yaşadığı maymun topluluğuyla dayanışma ilişkisi anlatılıyordu. Maymun topluluğu; merhamet ve dayanışma ilişkisiyle bu kör yavruyu hayatta tutmaya, yaşatmaya ve hayatı onun için kolaylaştırmaya çabalıyordu.
Bugün bütün insanlığa itelenmeye çalışılan “hayatını kar üzerine kur” ilkesinin, bizi maymunların gerisine attığı görme utancı da bize kalsa gerek.
Sonra döndüm, geçmiş toplumlarda engelliler hakkında ne düşünülür, ne hissedilirdi acaba diye mitolojik öyküleri taradım.Gözüme bir halk kahramanı gibi duran ve tanrılarında bütün maharetlerine rağmen dışladığı Hephaistos ilişti.
HEPHAISTOS
Ateşin ve zanaatkarların tanrısı Hephaistos aynı zamanda Olympos Dağı’nın demircisiydi. Volcanlara ve demir cevherine hükmedebiliyordu. Athena’yı tek başına dünyaya getiren Zeus’tan öç almak amacıyla, Hera’nın onu Zeus’un katkısı olmaksızın doğurduğu söylenir.Çirkinliğinden ve topal ayaklarından dolayı Hera tarafından istenmediği için denize atılır.
Hephaistos kılıksız görünümüne karşın en güzel tanrıçalarla evlenmeyi başarır. (annesine bir tuzak hazırlar ve bu tuzaktan onu kurtarmayı tek bir şartla kabul eder: Tanrılar katına kabul edilmesi ve güzeller güzeli Afrodit’in kendisiyle evlenmesi.)Yunan şair Hesiodos’a göre ,Kharislerin en genci olan Aglaia(”görkem”)onun karısıdır.Ama geleneksel kaynaklarda Aphrodite’yle evlendiği belirtilir.Karısı onu Ares’le aldatınca, boynuzlanan tanrı, diğer tüm tanrıların acımasız alaylarına maruz kalır.Ama dört dörtlük bir zanaatkar olan Hephaistos, Hermes’in miğferi, Aphrodite’nin kemeri, kahramanlar için zırhlar ve hatta ilk kadın Pandora gibi harika şeyleri yaratarak onlara hizmette bulunur. Hephaistos çocukluğunda kendisine sığınak sağlayan tanrıça Thetis’e bir iyilik olarak,o ğlu Akhilleus için Troya Savaşı’nda kullanmak üzere bir kalkan yapar.
Aslında öykü ve kahramanımızın yaptığı liste uzar gider de burada fazla oyalanmaya gerek yok. Mitolojik öykü şöyle kabaca bir gözden geçirildiğinde ah insan vah insan sen maymun bile olamamışsın demek gerekiyor. Neden mi ?
1- Zeus tek başına çocuk yapınca dünyalar güzeli Athena, Hera tek başına yapınca çirkin ve engelli Hephaistos . Güzellik ve çirkinlik aynı edimi kimin ve hangi cinsin yaptığına göre değişik sonuçlar veren bir ahlaki yasa gibi. Edimin kendisi yasak değil, ama edimi gerçekleştirmek bir hak. Baskın erkek anlatımın kadınları mahrum ettiği bir hak .
2-Onu annesi de dahil kimse sahiplenmiyor. Bütün becerilerine karşın toplumundan dışlanıyor. Annesinin denize atmasının nedeni onun korkunç görüntüsü değil, bunun sonucunda ayıplanmaktan utanması. Baskılarla örülmüş bir toplumun dışlama etkisinin yarattığı suç.
3-Tüm tanrılar Hephaistos’un becerilerinden yararlanır, yani engelleri emeğiyle aşar. Yaratıcıdır. Kaderinin kırılganlığı ile demiri dövüp sert nesneler yapması arasında bir denge var. (hayret) Ancak tüm romantik metinlerde çirkin ve topal bu tanrının iyiliksever olduğu ve insanlar tarafından çok sevildiği de belirtilir. (Acıma duygusu mu o) Biraz da ezilmiş tanrıya kendilerine daha yakın bulan, kötücül bir dünyanın zavallı insanlarından kaynaklanır bu yakınlık.
4-“İyinin kaderi kötüye düşer diken arasında kalmış gül gibi” diyor ya üstat. Arzu ettiği ve hak ettiği mutluluğa hiç bir zaman tam olarak ulaşamamış Hephaistos. Onu sevmeyen ve sürekli aldatan Afrodit ile olan evliliği ona mutluluktan çok acı ve utanç getirmiş. Bu birliktelik zaten bir zorlama sonucu olmuştu falan filan … Öyle değil; genel öykü anlatıcıları kahramanımızın güzel olanla birlikteliğini hak etmediğini söylerler. Bu aldatılması içinde bir gerekçedir aynı zamanda. Hak etmemek. Hak görmek bunlar ahlaki değerlendirmeler. Adalet arayışı değil…
Daha çok madde de yazılır bu öyküye de. Lafı ana merkezinden uzaklaştırmamak gerekiyor.
Şöyle kendimize bir soralım, kör bir yavruyu yaşatmaya çalışan maymun topluluğuna mı benziyoruz; yoksa çirkin ve topal diye maharetli bir adamı dışlama çalışan Olimpos tanrılarına mı?
Antik dünyanın ince zevklerinin, aşılamayan coşkunluğunun , masalsı bir yaratılışa hükmettikleri mitolojilerinde saklı olduğuna inanırım. Mitoloji onların temel evrensel yasalarını, toplumsal ahlaklarının köklerini belirlerken dünyaya bakışlarıyla tümsel bir sanat anlayışlarını da doğurmuş.. Zarif ve güçlü…
Zeugma’da gözleri restorasyondan şaşı olmuş mozaiği hatırlarsınız. Bütün cahilliklerimizin (belediye başkanı olan kadın , ayakkabısıyla tanıtım yapıyordu mozaiklere basa basa) arasından birileri bir bilgi sitesi yapmayı akıl etmiş (http://www.zeugmaweb.com) sitenin içinde dolanırken mozaiklere baktım, kısa hikayeleri vardı. Birini size anlatmaya karar verdim. Elbette biraz süsleyerek ve hikayeyi tersten de okuyarak.
Zeugma’da Poseidon Villası’nın dinlenme odasının tabanında bulunan mozaiğin ana sahnesinde, Eros ile sevgilisi Psykhe’nin kavuşmaları resmedilmiş. Mozaik 2. yüzyıl sonu ile 3. yüzyıl başlarına ait.
Hikayeye kaynaklık eden yer Anadolu ve Ege kıyısında bulunan Miletos (Milet) kentidir. Eros ve Pyskhe, hayatımızdaki iki soyut kavramın, aşk ve ruhun somutlaştırılarak hikaye edilmiş hali. Ruh bilimi (psikoloji) kökenini Psykhe‘den (Psiko) alır.
Önce Anadolu topraklarında geçtiği düşünülen hikayeyi dinleyelim, sonra payımıza düşeni alırız.
Psykhe ve Eros
Eros neşeli tanrılardan biriymiş, güzel kanatları ile dünyayı dolanır, baharın etkisini insan kalbine doldurur, okuyla vurduğu insanları da birbirine aşık edermiş. Arada yaramazlık yapmaz da değilmiş, denklik gözetmeyen bir birleştirme arzusu olduğu için kimi kez güzelle çirkin, iyi ile kötü, korkak ile cesur,zengin ile fakir de bir araya gelirmiş ki sık olmayan bu durumda bile insanların mutluluk duyduğu söylenirmiş. Ardında baharın bin çiçekli kokusuyla dolanan aşk tanrısı Eros’u birgün annesi çağırmış. Annesi kim miymiş ? Afrodit, deniz köpüğünden yaratıldığı söylenen Zeus’un kızlarından biri. Güzellik tanrıçası; elbette her güzellik gibi içinde bir tutam aşk, büyük bir tutam da cinsellik barındırıyormuş.
Afrodit (Venüs’ün Doğuşu)
Afrodit’e tüm ölümlüler gibi büyük tanrıların hepsi de aşıkmış; ancak söylenti odur ki sadakatten nasibini almamış Afrodit. Çok kocası ve elbette çok düşmanı olmuş . (Afrodit sevgiyi ve sevişmeyi simgeler, İnsan toplumlarını çoğaltmaya çalışan bir tanrıça olduğunu İfade etmek İçin, mersin ağacı, elma, nar gibi çekirdekli meyveler ile güvercin, tavşan, serçe, kuğu gibi kuşlar da ona adanmıştır.Güzellik örfü kabul etmediği için Afrodit her zaman çıplak olarak gösterilir.)
İşte bu Afrodit gizliden gizliye halkın arasında büyüleyici güzelliğiyle kendisiyle yarışacağı söylentisi yayılan bir kızı duymuş. Milet kralının üç kızından biri olan Psykhe gerçekten de gün geçtikçe serpiliyor, büyüleyici bir güzelliğe sahip oluyormuş. Kendisine ilginin azaldığını gören Afrodit oğlu Eros’u çağırmış ve bu genç kızın kalbine bir ok gönderip onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık etmesini istemiş Eros’tan.
Annesinin isteğini emir kabul eden Eros, Milet’in bu güzel kızının evine bir gece yaklaşmış, okunu kızın kalbine gönderip onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık edecekken ışıkların içinde kızın yüzünü görmüş. Gerçekten de Pyskhe bataklıkta bir nilüfer gibi parıldıyormuş. Eros kızın baş döndüren güzelliğinden etkilenmiş, onu gece yarısı karanlıktan da yararlanarak kaçırmış.
Eros ormanların derinliğinde, dağların içinde çiçeklerle bezeli, suların serinlettiği, güneşin parlattığı bir gizli saraya götürmüş Pyskhe’i. Psykhe bu sarayda yaşamaya başlamış ama kim olduğunu bilmediği sadece hissederek ve dokunarak sevdiği Eros’la yalnızca geceleri biraraya gelebiliyormuş. Çünkü Eros annesinin durumu bilmemesi için kendisinin Eros olduğunun saklanması gerektiğine hükmetmiş. Bunun da tek yolu geceleri usulca tüm ateşler ışığını yitirdiğinde saraya gelmekmiş. Gece karanlıkta gelen Eros aşık olduğu bu güzel Miletli Prensesle bir araya geliyor,gün doğmadan da saraydan uçup gidiyormuş. Ancak Psykhe’nin elleri sevdiğinin nasıl bir bedene sahip olduğunu bilse de Psykhe Eros’u görmek de istiyormuş. Bütün bu engellere rağmen birbirlerini çok sevmişler.. Bir bütünün iki parçası gibiymiş kalpleri. Sevdiği dünyayı ayaklarının altına sererken, Ruh’tan (Psykhe) tek istediği güvenmiş. Onu olduğu gibi kabul etmesi, aşkıyla yetinmesi kim olduğunu, kimin oğlu olduğunu bilmeyi ve görmeyi talep etmemesiymiş tek isteği.
Günleri yalnız, geceleri ise sevgilisiyle mutluluk içinde geçip giderken, ailesi gelmeye başlamış Psykhe’nin aklına. Miletliler Psykhe’nin canavar tarafından parçalandığına inandığı için yas tutuyorlarmış. Bir gece Eros’tan, onun iyi olduğunu görüp üzülmemeleri için ailesine bir ziyaret yapmak istediğini söyleyerek izin almış.
Ailesi, Psykhe’nin görünce çok sevinmiş. Kardeşleri yaşadığı yeri görmek istemiş, onları sarayına götürüp gezdirmiş. Kızlar, kardeşlerinin yaşıyor olmasının sevincini çabucak unutup, kıskançlık içinde gezmişler sarayı. Ardından Psykhe’e sevdiğinin mutlaka yüzünü görmesi gerektiğini, eğer canavar değilse kendisini neden göstermediğini, eğer bir çocuğu olursa onun da canavar olacağını söyleyip şüphe tohumlarını ekemişler güzel kızın içine. Fesatça konuşmalarla Psykhe’nin kafasını bir sürü soru işaretiyle doldurmuşlar ve bir gece kocası uyurken kendini korumak için bir hançer alıp mum ışığında gizlice sevdiğinin yüzüne bakmasını da tembihlemişler. Psykhe gece merakına yenik düşmüş, Eros uyumuşken eline bir mum, bir de gerçekten ablalarının dediği gibi canavarsa ve uyanıp saldırırsa diye hançer alıp Eros’un yüzüne doğru eğilmiş. Güllerle kaplı bir yatakta yatan mükemmel bir erkek gören Psykhe adeta büyülenmişti ve sevdiğine bir kez daha aşık olmuştu. Bakarken heyecanlandığı için elindeki mumu unutmuş ve mumdan kızgın bir damla Eros’un kanatlarına damlamış. İrkilerek uyanmış Eros ve bir tek güven aradığı sevgilisinin ihaneti karşısında sarayı terk etmiş. Güven duygusunu yiteren Eros ortadan kaybolmuş kaybolmasına da Psykhe kendisini toparlayamamış.
Sonunda gidip Eros’un annesinden yani Afrodit’ten Eros’un yerine öğrenmeye karar vermiş, gidip diz çöküp yalvarmış. Afrodit zaten güzelliğini çekemediği bu kızı -bir de oğlunu kaptırdığı için – hemen affetmemiş, önce birtakım görevleri yerine getirmesini istemiş. Afrodit’in verdiği dört görevin üçünü önce karıncalar , bir kamış ve bir kuş yardımıyla tamamlamış.
Son görevinde ölülerin ülkesi Hades’e gönderir Afrodit Psykhe’i . Bu görevinde bir kartal, Hierapolis’teki (Pamukkale) Hades’in karanlık topraklarını girişi göstermiş ona. Buradan Phersephone’nin (Yer altı tanrıçası) kutusunu almış, tam görevleri sona erdirecekken kutuda ne olduğunu merak etmiş, merakı her şeye üstün gelmiş, kutuyu açmış. Kutuda sadece ölüm uykusu kadar derin bir uyku varmış ve Psyhe orada o derin uykuya dalmış.
Eros sevgilisinin bu haline dayanamamış, onu yer altından çıkarıp sarayına götürmüş, ama ne yaparsa yapsın sevgilisi ölüm uykusundan uyanamamış. Tanrıların tanrısı Zeus’a yalvarmış ve kalbi yumuşayan Zeus Psyhe’nin uykusuna bir son vermiş. Birbirlerine kavuşmuşlar ….
BİR AŞK ÖYKÜSÜ DEĞİL
Mutlu olmuşlar mı kimse bilmez. Zaten bu mitolojik öykü de öyle naif bir aşk öyküsü değil. Doğrudan Adem ile Havva öyküsüne bağlamlanmış ve akıl ile duygu arasındaki şeytani ilişkiyi ele alan bir temsili anlatı.
Her zamanki mitoslar gibi kadına ait unsurların akılla özdeşleştirildiği ve kadının erkeği ve dahi tüm insan cinsini baştan, haktan ve doğru yoldan çıkardığı inancıyla beslenen bir genel ahlak teorisi. Süslendiği aşk öyküsü içinde verilmeye çalışılan güven duygusu, karanlıkta kalan kısımların merak edilmemesi gerektiğini anlatan; merakın dolayısıyla da şüphenin inançla oluşmuş tüm iyilikleri ve güzellikleri (yani onlara göre iyi bize göre kötücül düzeni ) ortadan kaldıracağını ve değersiz kılacağını öğütleyen bir düzen ahlakı övgüsü.
Trajik yanı bu övgü ve ahlakın bir aşk öyküsüne de bir kutsal kitaba da bir mitosa da sıkıştırılsa insanlar üzerinde etkisini binlerce yıl koruyabilmesi.
Afrodit’in kıskançlığı, Eros’un yumuşak kalbi Psyhe (ruh) nin merakı, fitneye (vesvese yani şeytan fısıldamasına) açık oluşu, merakına iki kez yenilmesi hikayenin güçlüleri ve zayıflarını anlatırkenki retoriği erkin ve egemenin haklılığına vurgu yapmak için.
Merakın ve şüphenin lanetlenmesi ve sonsuz uyku ile cezalandırılması; huzur ve güven ortamını bozuculuğu ne kadar tanıdık değil mi?
Bütün öykünün en masum karakteri olan ruh, kendi kaderini çizenler tarafından sırf o kaderi merak etti diye cezalandırılıyor. Yani hayata ait itirazların suç olduğu, kabullenilmesi gerekenlerin varlığı ve ilahi düzenin sürüp gitmesi için insanın içindeki merak ve şüpheyi söküp atması gerektiğine ilişkin tüm alt metinler var öyküde.
Şüphe ile aklın, iman ile kabullenmeye karşı çaresizce direnişini de zayıf karakterlerle işliyor öykü. Ne hikmetse tüm güçlü karakterler her şeyden emin. İtikadın aklın sorularından arınmasının insanı nasıl güçlü kılacağı da anlatılıyor.
Cinsel hazlarla örülü erkek dünyasında kadın olmanın hafifliği, güzelliğin baştan çıkarıcılığı da bu öykülerden bugüne taşmış olan ikiyüzlülüğümüzdür.
Eh evet güzel mozaikler ve süslü öyküler bunlar; ama eskimiş ve köhne bir düzenin bugüne nasıl uzandığını, nasıl kök saldığını anlatmaktan başka ne anlamı var ki…
eğildi kumları avuçlarında süzerek
ve dedi ki neden su yoktu Yusuf’un kuyusunda…
insan aynaya bakınca görürmüş mucizeleri
yıldızlı bir kuyunun ağzına benzer
sırmalı camda asılı kalan sureti.
dinle, geçmişi herkes fısıldar sana
ve aynalarda asılıdır şimdi , oysa kim bilebilir geleceği.
ayna ve su
gelecek dediğin dünün avuntusu .
adımladı ve bozdu ıslak sokaklardan şehrin yansımalarını
ışıkları çekip aldı bu kırık aynalardan
dedi ki Yakup ağlamadan da önce kördü
çocuklarını saran kötülüğü o ördü…
yağmur dindi, sular duruldu, bir ışık kavuştu diğerine
baktı ve dedi ki bir olmak ne büyük bir hediye.
kurtarmak kendini teklikten akıp suyun aynasına
karışmak suretlere …
su ve ayna
bir tohum sana neye benzeyeceğini söyler mi
bir kül bir yangına?
ve dedi ki bu çölde bir deniz kokusu var
bu yağmurda bir kuraklık saklı
hangi aynaya gizlendi terk edilmiş şehirlerdeki kalabalıklar
hangi su yüz çevirdi yatağından
hangi geçmiş kalmak için diretiyor şimdide
içine doğru fısılda, ellerini koyduğun o boşlukta
uyuyor, ve kalbi bir karınca yuvası gibi hızlı atıyor;
bir çocuk, ki onun cenneti zifiri karanlık,
ne tuhaf aydınlık bir cehenneme doğmak ,
yuvasını tel örgülerden bir baraka sanan güvercinler gibi
dönmek, aynı buruklukla mor akşamlarda.
Ne tuhaf.
İçine doğru fısılda, senin sesin güzel düşlerin habercisi,
çocuk olmanın kahkahaları, anne olmanın sevinci
bizim acılara katlanmamızın tek yolu bu ninni ….
Dünya kendi zalimliğini doğurmuş;
ne kendini kendinden doğurabilir ki ,
içine doğru fısılda ve güven ver bana
nefes gibidir ve terk eder seni her şey zamanla .
ne tuhaf , bu karanlıkta yaşayıp bir akdenizde boğulmak.
bir göç mevsiminde kanatları olmadan doğmak
Ne tuhaf.
tut bütün sözcükleri, incitmeden kanatlarından
bir uğur böceği gibi bırak içine, bana doğru fısılda
ruhumu doğuran bir göbekbağı gibi
tekrarla bu ninniyi.
İnsanı geçmişi doğururmuş,
kim kendisiyle büsbütün barışabilir ki.
içine doğru fısılda, büyüt beni korkularınla
dişsiz ağzıma bıraktığın süt gibi …
Ne tuhaf bir kadının memelerine yuva kurmak
ve çocukları öldürmeye doyamamak
Ne tuhaf.
İçine doğru fısılda, karışmasın sözlerin rüzgara
ve ürkmesin gecenin yamacına sığınmış sabah
toprakta tohumu yeşerten bir su gibi
merhamet sunsun bu nini …
anne sesi kalırmış bir çocuğun kulağında
kovulduğu o cennetten ,
Fısıldamayı unutmuş annelerin çocuklarıymış
dünyayı cehennem eden
Sesini esirgeme benden, içine doğru fısılda
İnsan zihninin derinliklerinden yaşamımıza tüm çirkinliğiyle sızan bir üçleme var: Erk(EK) – İktidar -Güç. Birbirine eşit/aynı olmayan ama birbirini tetikleyen bu üçlemenin egemen kültüründen sıyrılmak bizim gibi ölümlüler için bir ömür sürebiliyor. Kirlenmiş benliğimizi temizlemek; öyküleri baştan dinlemek, tersten okumak ve sonunda gerçeği bulmak için çırpınıp duruyoruz.
Genel ahlak gücün yaptığı ya da yapmadıkları üzerinden tanımlansa da (yani değişse ve başkalaşsa da) genetik olarak gücün bir ahlaksızlığı var . Kendi ahlaksızlığını genel bir ahlak olarak dayatmayı da aymaz bir biçimde kendine hak görüyor . Eğer bilincimiz bizi çeviren bilgi kirliliğinin altında yatan gerçeğe ulaşamamışsa, bir bilinç kırılması yaşayamamışsak gücün ahlaksızlığı, çok da popüler bir biçimde, bir genel ahlak yasasına dönüşebiliyor/dönüşüyor.Bu durum modern toplumun kuşatılmış bireyleri ya da tutsak edinmiş topluluklarında böyle değil. Geçmişte de kendisine hak olarak gördüklerini bir güce dayamış insanlar, insan toplulukları var oldular; o tarihten, o zihniyetten beslenen insanların barbarlıklarını bugün artık biz göğüslemek zorundayız.
Medusa?
Güç bize öyle hükmediyor ki, zihnimiz bile ,kendi kendine, güç sahibinin haklılığı üzerinde fetvalar vermeye başlıyor. Buna oto kontrol diyen var, oto sansür diyen var, güce taparlık diyen var ….. psikolojik birçok ad bulunabilir elbette ama bunun adı çok açık ki korkaklık. Doğrunun ve haklının yanında durma cesaretinin yitimi.
Şimdi yüzlerce tuvalde resmi , onlarca meydanda heykeli olan, denizlerin, fırtınaların tanrısı Posedion ile bakışaları taş kestiren kötücül Medusa’nın kesiştiği tarihe (kör talihe ) bakacağız ve meydanları neden Posedion süslüyor da Medusa saklanıp gizlenmek zorunda kalıyor diye soracağız. (Bugün de bu zalimliğimiz devam ediyor mu diye sormalıyız )
Medusa o kadar güzel bir kızmış ki yeryüzünde güzelliğiyle ona rakip olabilecek başka bir kadın bulmak mümkün değilmiş. İşte bu güzel Medusa kendini ve iffetini tanrılara emanet etmiş ve iki kız kardeşi ile birlikte baş tanrı Zeus’un en sevdiği kızı zeka tanrıçası Athena’ya adanmış bir tapınakta yaşarmış. Medusa’yı tapınakta gören tanrı Posedion, bu güzellik karşısında aklını yitirecek gibi oluyormuş. Sonunda denizlerin büyük tanrısı bu tutkusuna yenik düşmüş ve bir gün gizlice girdiği sevgilisi Athena’nın tapınağında, güzeller güzeli Medusa’ya zorla sahip olmuş. Daha çocuk yaşında olan Medusa’ya tecavüz etmiş. Athena, güçlü Poseidon’un bu yaptığı karşısında kendisini aşağılanmış hissetmiş. Öyle hiddetlenmiş ki (hiddeti güzelliğe olsa gerek) Medusa’yı çok acı bir şekilde cezalandırmaya karar vermiş , Medusa ve kız kardeşlerini birer ifrite çevirivermiş. Dünyalar güzeli Medusa saçları na yılanlar dolanmış ve gözlerine bakan herkesi taşa çeviren şeytansı bir yaratık olmuş; bu da yetmemiş dünyanın en kuzeyindeki Hyperborea’ya sürülmüş. Athena bu cezayla da yetinmemiş ve Medusa’yı öldürmek için Argos Kralı Akrisios’un kızı Danae’nin, Zeus’tan olma oğlu Perseus’la yani üvey kardeşiyle işbirliği yaparak Medusa’nınm kafasını kestirmiş. Şimdi Athena ve Posedion büyük tanrı ve tanrıçalar, Medusa tapınakta ibadet eden bir Havva kızı. Posedion Medusa ‘ya tecavüz ediyor ve bütün günahı ve cezayı tecavüze uğramış olan Medusa çekiyor.
Tanıdık bir ahlaksızlık değil mi ? Ya da bu ahlaksızlık mı çok tanıdık, yoksa yapılan eylem karşısında susup güçsüzün cezalandırılmasına olur yolu açmak mı ? Gücün içindeki iktidarı , iktidarın içindeki erki ve kendi içinizdeki korkuyu görüp bütün ahlak kurallarını bir kenara iterek doğrudan değil, güçlüden yana tavır almak; bu büyük ahlaksızlık değil mi ? Nasıl oluyor da bir ahlaksızlık durumunu binlerce yıl sürdürebiliyoruz? Zor ama basit: tutumumuzu genelleştiriyor ve bir ahlak kuralı haline getiriyoruz. Posedion’ un ve Athena’nın her yerde tapınakları ve heykelleri var, 16.yy Avrupa’sında her yerde resimleri yapılmış.
“Ne kendi tapınağındaki kadını korumayan Athena suçlu, ne ona tecavüz eden Posedion suçlu. Cezalandırılması, dışlanması ve reddedilmesi gereken güzelliğiyle erki (erkeği) baştan çıkaran Medusa. ” diyebilecek yeni milyonlar aramızda dolaşıyor. Mitolojik bir hikaye değil, bir gazete haberi olabilirdi bu anlatı ve biz hiç yadırgamadan o haberi gazetenin 3. sayfasından okuyabilirdik.
Yazılar umutla bitmeli elbet. Çünkü gelecek büyük insanlığa doğru yol alıyor. Bu yazı da hikayenin arta kalanıyla ve de umutla bitsin.
Hani tecavüze uğrayan, sonra başı kesilen Medusa var ya.. İşte o tecavüzden iki çocuğu oluyor: Pegasus ve Chrsyar.
Pegasus hani şu kanatlı at. Deniz köpükleri gibi beyaz olan at.
Helicon dağında Heppocrene pınarı vardır. Ve rivayete göre göğe Pegasus’un toynağını yere vurmasıyla oluşmuştur bu pınar. Bu pınarda Museler, (Musa-Müzler) yani “ilham perileri ” yaşar. Bu yüzden Pegasus’un toynağının değdiği yerden fışkıran suya da “ilham kaynağı” denir. Şiir bu yüzden insanın umududur.
İktidara, erke, egemen olana tapanlara bir sözümüz var…. Kötülük bir köşede suskun suskun durmamıza neden olabilir ama, su bir yerden yatağına mutlak ulaşır.
“masalı bir limandan dinledim,
ayağında sallarken yük gemilerini.”
benim bütün özlemim budur.
sevdiğine bir yaprak kadar tutunamamasıdır Adem’in günahı;
kendi çamurdan, kalbi kurumuş toprak
ve bütün tutkularından utanarak
sığındı yokluğun gölgesine…
Havva, denizlerden arıtılmış bir bulut gibi
yoğurup kahrını bir fırtınaya gebe kaldığında
gömdü sulara Adem’in bütün ganimetini…
kaçıp gitti Ademoğlu bir hayvanat bahçesiyle.
sevdiğine bir yaprak kadar tutunamamasıdır Adem’in günahı…
bulabilirdi koynunda
oysa cehennemi cennet yapan sabahı …