Etiket arşivi: şiirler

Kaplumbağanın Kış Uykusu

Büyük rüzgarların sağır edici bir yanı vardır,

Denizlerin mavi bir karanlığı,

Yağmurlar çürütür bazen filizlendireceklerini.

İnsan düşünür durur yıllarca

Neden kendi kendini zincirleyeceğini.

Dokunup durmak isterken birilerine

zırhtan bir kabuk edineceğini.

Herkes acemi doğmaz hayata

Kimi denizi kabuğundan çıktığında bulur,

kimi sahiptir konacak bir dala, uçacak bir göğe

Hiçbir yere gitmek istemeyenin bir yuvası

Gezip duranların da bir sılası olur.

Bilmiyorum nerden düştük

Ortak soruları olanların

ortak yanıtları olacağı yanılgısına.

Belki bu yüzden

yanıtlamadık hiçbir şeyi

Yıllarca durup da yan yana.

Fazla olanın hep bir eksiği vardır,

Az olanın bitmez bir utancı

Tamamlamadan dururlar birbirlerini

oysa var mıdır geceye karışmamış bir gün

belki bu yüzden uzak, boynu bükük ve küskün

durarak düşürüyorduk gölgelerimizi

diğerinin aydınlığının üstüne.

Titrek kalbimizin yalanlar söylemesine

izin verdik kendi kendine

Öğrendik ve artık biliyoruz

başkasından ayrı düşen

yabancılaşır önce kendine.

Küçük şeyler bozuk paralarla alınmaz

en azından her zaman,

Bütünlemese de olur kendini.

Bazen bir fırtınada

bir gökkuşağıdır fazla olan.

Bazen kendini kendiyle tamamlar

eksik olan.

Yalnızlık öyle adaletlidir.

gitme vakti geldiğinde

bırakır akıntıya kendini

kış uykusuna yatmış kaplumbağalar.

Oysa telaşlıdır sevişmek

Sanki ertesi yokmuş gibi.

Biliyorum, kimi dünleri unutmak

kimi aklında tutmak ister.

Bütün fırtınaların sağır edici bir yanı vardır.

Kırk Dokuz Elli

“Özgür”e

Ne zaman düşürdün kim bilir soru işaretlerini

Şüphelerini, endişelerini.

O kara yüzden, belki de bu yüzden

eksik olmadı o gülüş.

Harami kapılarına dayandın

Dedin ki kırk dokuz elli işte geldi deli

Korktular mı bilmem senden

Ama kıskanmışlardır yaşam sevincini

İnadını , direncini.

Düştüğün yerden kalkmasını bildin,

Sırtında taşıdın hep evini,

geçtiğin yerleri “yol” belledin,

belki de bekledin kimbilir birilerini.

Yetimlerin kedi olduğu

Bir miskinler evi gibi için.

Duvarlarında geceleri içtiğin yıldızlar

Dudakları annesinin memelerinden hiç ayrılmamış

Kaç çocukla büyüyorsun kim bilir?

Sürgünden döndüğünde tanımasa da seni

Bütün çiçeklere saksı ediyorsun evini.

Bundandır koynundaki toprak kokusu

Yağmur çağıltısı, bahar çağrısı.

Bütün günler eşit değil

Kimi yaşanmamış bile sayılır.

Ama işte geldi

Kırk dokuz- elli

Yeniden doğ ama yine sen ol.

Afilli, neşeli, deli….

Sis Çanları

Yağmur erken yağdı

ve söküldü duvarlardan astığımız afişler.

Sessiz sokaklardan döndük geri

tren raylarından

ve kaçarak ışıklardan.

Polis sirenleri, sis çanları

Bilmem, belki de bizi arıyorlardı.

Birbirimizi bir sokak ayrımında bıraktık,

her biri ayrı bir hayata çıkıyordu.

Yağmur erken yağdı,

Belki göremedin

Buğulanan gözlüklerinden ağladığımı

Sis çanları arasından seni çağırdığımı.

Korkak bir çocuk girmişti aramıza

Yüzüne kaç kez tükürdüm aynalarda.

Uyur gibi öldürdü beni.

Yağmur erken yağdı,

Kana bulanmış gibi akıyordu

duvardaki yazılar.

Harfler birbirine karışıyordu,

yaşasın istiyorduk çoğu kez

neyi istediysek kahroluyordu.

Herkes en yakınındakine sığınıyordu.

kalbim bütün evren için atarken

ruhum kan kaybediyordu.

Bir tren bizi umursamadan geçiyordu

Sis çanlarının içinden

Bizi kimse duymuyordu.

Duymuyordun…

Yekpare Kırılganlık

Bir insanı bir arada tutan nedir

Muğlak bir çocukluğu dışında?

Kuru bir tohumu yeşerten

Deneten bir daha bir daha

Bir insanı bir arada tutan nedir?

Hatalarını kucaklamak dışında.

Çabuk unutur insan

ilk sözü anımsamaz mesela,

yaşadığı ilk şeyi.

Bilmez ne kırıp dağıttı yekpareliğini …

Bilmez neyi atıp kurtulacağını

Neyi tamir edeceğini.

Bir insanı bir arada tutan nedir?

Ah, kendini dünyanın mührü sananlar!

Belalarını bir çöle salanlar,

Nasıl da akıyor içinize sahranın kumu

Nasıl da kuruyor içinizdeki yaşam suyu.

Oysa diyorum ki bir anlamı olmalı

Bir orman yangınında

Dalında susup bekleyen kuşun bile.

Ağında çırpınıp duran balığın bile.

Ah, kendini kendine müjdeleyenler

Yapboz kutusunda kaderini bekleyenler

Böyle dümdüz kim kesti sizi

Oysa bilmez misiniz?

Yaraları içe kanamayanlar

Tamamlayamaz kendini.

Bir insanı bir arada tutan nedir?

Göğsünde kanla dolan kalbini susturması mıdır ?

Yoksa dudaklarına öğretmesi midir yalanı?

Ah, başkalaşarak heykel kesilenler!

yerden alamayanlar kırılıp düşen parçasını.

Oysa yaşamak demek tenin sıcaklığı

Etin kemikte titreyen oynaklığı.

Bir insanı bir arada tutan nedir?

Ölü Kuklalar

De ki “Ben sur üflendiğinde dirilenlerden değilim. “

bir yılanın dudaklarına bırakırım zehiri, bir akrebin kuyruğuna

kanla yıkanmadım, sonradan yaratılmadım …

De ki ” Ben günahları örtülecek olanlardan değilim.”

Çocukluktan başka mezarı, unutulmaktan başka taşı

olmayanların kavmindenim.

Ateşin isi sayılırım, tufanın çamuru, toprağın kıracı …

ne arta kalansa o benim.

Neyden arta kaldıysam o benim.

Ah, sular kıvrıldı, güneş bulut yaptı gökyüzüne

Bir barikatın ardında tanıdım onu

Omzu omzuma değdiğinde.

Ben dedi iflah olacaklardan değilim,

İçimdeki ateşi salacağım sokaklara

benim cennetim cehennemden doğacak

bu yangın yerinde bizim kalbimiz soğumayacak.

Sonra kuşlara su verdi, karıncaları taşıdı yuvasına

Yürüdü, karışıp gitti akşam kızıllığına.

Yağmur yağdı, ıhlamur kokusu giyindi.

Belki körler de gördü bu çıplak gerçeği

Sonra susup dinlediler seslerin silinmesini.

Bütün mesele masallara döndürmemek misalleri

Yırtık kozasını unutmamak anlatırken kelebeği

Toprağı kanatarak çıkan filizin

yerin altındaki bekleyişini.

De ki “Ben inkar edenlerden değilim.”

Biliyorum başkasının diliyle ateş yalayan

kuklaların dirilmeyeceğini.

Yaraları kanıyordu.

Öyle büyüdü ki gözleri

Sanki bütün dünyaya son kez bakıyordu.

Ah, ben sur üflendiğinde dirilenlerden değilim

Ben başkasında dirilirim.

Kanı ellerimde kuruyordu, soluyordu…

Bütün ıhlamur kokularını içine çeker gibi soluyordu.

Rüzgar esti, ince bir kağıt gibi alıp götürdü onu,

yalnız ve isli bir göğe kanat çırpıyordu .

Üşümüş ellerini tuttum

Üşümüş ellerini tuttum ama kanı bana akmıyordu.

Uzak

Nihayet bitti.     

Bütün ağustoslar gereğinden kısadır

ama nihayet bitti.

Uzakta kaldı, geçmedi.

Ne de olsa geçmiş

Döner durur, bulur seni.

Nehirler düze inince

kıvrılır ya sancısından

İnsan da öyledir

Başkasına akamayınca.

Nihayet bitti .

Denizin suyuna ilişti .

Ama geçmedi,

Uzakta kaldı.

Bir göğe bir yıldız

ne kadar uzaksa.

Bütün ağustoslar gereğinden kısadır.

Ve kimi mektuplar

Başka bir mevsime açılır

Allı pullu zarfından.

rüzgar , bulut ve yağmur

kapında istemediğin ne varsa

başında.

Hani kopup gitsin,

savursun istersin seni

dönüp duran ne varsa

oysa bırakmaz

aynı yere dönersin

Nihayet bitti

ama geçmedi

Uzakta kaldı .

Yakın

İnsan kaç kez yanılır?
Kaç kez umut etmişse…

rüzgar solgun çiçekleri takıyor saçına
açılmamış kapılar, yürünmemiş yollar
küflenmiş ekmekler, çürümüş sular
ne varsa bırakıyor pencereme.
bir ara ucuz bir gök alıyorum
gündüz güneşsiz, gece yıldızsız
sarhoş da etmiyor, baş da döndürmüyor .
Sonra onu bir eskiciye veriyorum
tezgahında lanetli bir geçmiş satıyor.
ah bu yer çekimi kaldırmıyor düşen çocukları
ha bire saklambaç oynuyor …

kaç kafesten kaçtı yüzün?
kaç kez unutulup gittiyse.

yağmur sarnıçlarda birikiyor,
oysa akıp gitmek için kıvranıyor görüyorum.
Bir bıçakla kessem bileklerimi
köpürecek kanım gibi,
bir elimi diğerinden saklıyorum…
en son hangi soruyu sordun kendine?
yerden kibarca bir yanıt alıyorum,
hemen küsüveren çiçekler gibi,
Kirlenmiş gölgeleri gün ışığında yıkıyorum.
Arkalarına kaldırımlar, denizler, yollar,
çimenler, çiçek bahçeleri koyuyorum.
yine de yitip gidiyorlar,
kimseyi rahat ettiremiyorum.

İnsan kaç kez yenilir?
Yaşadığı güne yakın …

Elleżîne / ki onlar

Akşama doğru yüzüne bir pembelik konar
Kadehinden çalınmış şarap sarhoşluğuna
Sözcükleri unutur yahut kıvrılmaz dilin
Söyleme, biliyorum, geçme ayrılık faslına
Ben dinlemeye gelmedim senin kanat yoksunluğunu
Kaderin sesiyle seni taşlaştıran buyruğunu.

Akşama doğru deniz kayalara çarpar beyazlaşır
Aklar kendini sonra saadetine kavuşur.
Böyle yarım yamalak bir masumiyet bizimkisi
Kim önce yitip giderse suç ötekine kalır.

Akşama doğru bir kuş güneşi gagasıyla taşır,
mezarına toprak atar gibi çırpar kanatlarını
Onlar ki ilmine ermiştir bilirler giden
Mutlak daha bir aydınlıkla döner geri
Oysa önce kalbi soğur insanın, önce yarasını terk eder
Kör bir bıçakla temizler geçmişini
ve yaralarını rengarenk kumaşlarla süsler.

Akşama doğru her gölge bir diğerine siner
Suya gümüş dökülür, ateşe nar sürülür
İnsana da bir umut düşer sabaha çıkamayan.
Bir yıldız Ay’a değer soğur
Biz şeytan yoklaması belki bir iç ürpermesi
Öyle imtihan edilir sahtesinin yanında gerçeği…

Simurg Gülüşü

Ey ateş,
saklanamazsın kıskıvrak bir gölgede
dedi içinden ve kanatlandı.
rüzgar kesmiş bir buluta hevesle
çocukların çığlıkları arasında
kalan bir uçurtma gibi havalandı.
Ey ateş,
soğutmaz denizler yanık tenleri,
inkar edilmiş kelimeleri…
evet duaları bir şiire dönüştürmek mümkün
belki çocuk dilinde,
tekrar tekrar mırıldanmak
yahut tutmak cebinde, ezberinde .
Fakat hayırlıdır yine de Simurg gülüşü
seni mahşerde diriltecek olan
ve hiç duyulmayan bir duadan.
Ey ateş ,
efkarı dünde kalanın mümkün mü
kafes ile imtihanı,
Bu yüzden kuşların kafesindeki neşesi.
göğümü daraltan bu sabrı
söküp attım içimden.
ben felaketlerden öğrendim kıyameti
bedenimi nasıl kavuruyor bilsen
alınmamış öçlerin zehri.
Ey ateş,
sığınaklarına alışmamalı insan,
kaçmak öldürmektir özgürlüğünü.
öğrenmedik mi barikatlar kurmayı
satırları çizili kitaplardan
öğrenmedik mi yeniden dirilen o simurg gülüşü
bir bayrak gibi yüzümüzde taşımayı .
Ey ateş,
ey kıvılcımdan doğma cehennem
unuttuklarımı bağışladım
ama unuttum da bağışlamayı.