Etiket arşivi: tarih

Elpis / Tükenmeyen Umut

Umut güzel bir sözcük. Geleceği farklı kılabilme ihtimali. Bu bazen bütün dünyaya ilişkinken (ütopya) bazen o insanın kendi kaderini yenebilmesi üzerine kurulu.
Çoğu kez boş bir hayal, karşılık bulmayan bir çaba, sonuçlanmayan bir beklenti.
Mitolojide umut hakkında çok güzel bir öykü var. Çoğumuz biliyoruz;biliyoruz ama ona yeniden ve umutla bakma becerisi gösterebiliyor muyuz? O bilinmez.
Önce hikayeden başlayalım.
Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a, balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekâya sahip Pandora’yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora’ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz/kutu hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar. Ancak son anda kutuyu kapatır bu da insanların içindeki “umut”tur.
300px-Pandora_Loison_cour_Carree_LouvreDinsel metinlerde Cennetle bahşedilmiş Adem’e Havva’nın hediye edilmesi ve bir yemişle başlayan Dünya serüvenlerine çok benzeyen bu hikayenin birden çok anlatısı var. Hepsi de Pandora’nın basiretsizliği ya da yenemediği merakı üzerine kurulu.
Ancak öyküyü farklı okuduğunuzda Pandora’nın yaşamı başalattığının farkına varıyorsunuz. Yani kozmik zaman dışında Pandora’nın başlattığı şey hem kendi biyolojik zamanı hem de tüm insanlığın ortak yaşamının başlangıcı. Promethus’un ateşi kullanmayı öğretip bedeller ödediği insan; aslında kendi aydınlanmasını Pandora’nın kutusuyla başlatarak, asıl ateşi içine alıyor, ruhuna ve aklına salıyor. Bütün her şeyin karşısına dikilebilmesi için önce bütün her şeyin onun dışında varolabilmesi; sonra da o diklenme için kutunun dibinde kalan umuda sahip olabilmesi gerekiyor.
Kutuda olan umut öyle sahipsiz de değil, onun bir adı var: Elpida (Elpis)…
Elpis, Yunan mitolojisinde umudun tecessümü, vücut bulmuş hali ve tanrıçasıdır. Nyx’in çocuğu, Pheme’nin ise annesi olduğuna dair iddialar vardır. Genellikle genç bir kadın olarak resmedilir. Tasvirlerinde çoğunlukla çiçekler (özellikle de zambak) veya cornucopia (içinden meyveler saçılan boynuz – bereket simgesi) taşır. Roma mitolojisindeki karşılığı Spes’dir.
Bugün geçerliliğini koruyan inançların çoğu insanın cüzzi iradesiyle külli iradeyi aşamayacağını söylüyor.Kaderi yaşamak ve yazgıya şükretmek imanın gerekliliklerinden biri.Bu düşünce yani kendi başlattığını bitirememe ve değiştirememe “becerisi” insan özgü bir yabancılaşmadır. Doğa ve onun kanunları karşısında (özellikle de ölüm) artan denetimine rağmen insanın iradesini başka güçlere teslim etmesidir yabancılaşma.(Öğrenilmiş çaresizlik diye de süslenir adı) Her ürettiği kendisinin biraz daha eksilmesine, her eylemi biraz daha pasifleşmesine ve gücünü her kullanışı biraz daha güçsüzleşmesine yol açmaktadır.
Azalıp azalıp hiç tükenmeyen Elpida yol gösterici bir tanrıçadır. İnsanın büyük yabancılaşmasını yenmesinin yegane yolunu göstermektedir bize. “Umut etmek” tanrılarda olmayan bir özelliktir çünkü ölümsüzlerin, kaderi aşan varlıkların, bir yazgıya hapsolmamışların umudu ihtiyacı yoktur.
Oysa yaşamın başlangıcını yaşadığı büyük yabancılaşma yüzünden(cennetten geldiğini ve baştan kaybettiğini düşünür) yenilgi sanan insanın “umut etmek” ve “umut ettirmek ve “birlikte ummak”tan başka yolu yoktur.
Marks tüm yabancılaşmaların “insanın bilinçsiz faaliyetleriyle ortaya çıktığını ve yine insanın, bilinçli toplu eylemleriyle değişebileceğini” söyler.
Pandora’nın son anda yaşadığı pişmanlık ile kutuda bıraktığı umut, rastgele bir biçimde değil,bile isteye o kutudan çıkmalıdır.
Bu yüzden seslenmeliyiz….
Daha yüksek söylemeliyiz….
NEREDESİN BE ELPİDA….

Adaletin Kuşu:Ma’at

Bir kavramın soyutlanması ve erdem haline getirilmesi onun yaşamdan dışlanması, olagan insanlar tarafından yapılabilir, uygulanabilir olmaktan çıkarılması demek. “Adalet” de herkesin düşünü kurduğu, kendine istediği,  başkasında aradığı bir kavram. İtelenmiş, üstün bir bilincin gölgesine bırakılmış, yok sayılmış.

Tüm aptallıklarımız arasında ilk sıraya konacak olanı insan olmayı reddetmemizdir. Tarihsel sürecimizin biriktirdiği ne kadar insani ölçüt varsa onu tanrılara bağışlamamızdır. Vazgeçmek, hele iyiden ve güzelden vazgeçmek tanrıları insan kılarken bizi açgözlü bir hayvan kılmaya devam ediyor.

Bugün adaletin tanrısı Ma’at’ın kanatlarından bahsedeceğiz. . İnsanlar onu Güneş ve Ay’ın düzenli döngüleri, Nil’in yıllık taşkınları, istikrarlı yönetim ve toplumsal uyum aracılığıyla kavrardı. Güneş Tanrısı Ra’nın kızı ve Tanrıların Katibi Thoth’un eşiydi. “İki Hakikat” olarak bilinen bu tanrıçanın en başlıca görevi; firavunların yer tanrısı Geb’in tahtına ne ölçüde layık olduklarını belirlemekti. Saçına yüksek bir tüy takmış ve bazen de kanatlara sahip bir kadın olarak tasvir edilse de Ma’at sadece bir tanrıça değil, yaratılmış evrenin düzenleyici ilkesi ve varoluşun tasarımını mümkün kılan yasa olarak kabul edilir ve bu yasa, firavundan sade vatandaşa kadar, hatta tanrılar dahil herkes için geçerlidir. İnanışa göre; bir ruh Osiris’in karşısına çıkmasını sağlayacak yoldaki tüm tehlikeleri atlatınca Tanrı Anubis’in rehberliğinde İki Hakikat Sarayı’na girerdi. Orada 42 yargıcın önüne çıkarak nihai hüküm sürecinden geçerdi. Bu süreçte işlediği günahlar bir liste halinde yüzüne okunur, ardından Anubis ölünün yüreğini terazinin bir kefesine koyardı. Terazinin diğer kefesinde ya Ma’at oturur ya da onun tüyü dururdu. Terazi dengedeyse Thoth ölünün “doğru sözlü” olduğunu bildirir, ruhu Ölüler Diyarı’na alınırdı.

Adaleti çalınmış bu dünyada  adalet yerine hukuk icad edilmiş  Ma’at’ın kanatları yolunmuş, onun yerine güçlünün sözünün hüküm kılındığı akbabalar türemiş .Anubis’in İki Hakikat Sarayı yerine  zorbaların ihtişamlı korunakları geçmiş. Daha kötüsü adalete olan inancımızı yitirmişiz.

Nazım bir şiirinde

“Ne diyeyim, dilerim ihtiyacı olan birine gidiyordur bizden aldıkları umut!
Dünya adaletsiz çocuk!
Dünya zorba.
Elbet eşitleneceğiz o gün kıyamda.
Bu kekeme, toz ve duman sözlerimi iyi belle, Bahara kalmaz, gelirim yanına.”diyor.

Eşitleneceğimiz kıyamın  şerefine, o günün umuduna içimizdeki insanı öldürmeden , insani olan her şeye sahip çıkarak ve onu başkalaştırmadan yapalım. Erdem haline getirdiğimiz her şey bizden koparılmış bir parçadır. Geri istemeyi de almayı da bilelim.Yoksa Firavunların adaletini onların akbabaları sağlayacak.

Mantığın Görkemli Çöküşü

Mantığın Görkemli Çöküşü/ Sorgulanamayan aptallık

Kilise dogmasına karşı görüşlerinden dolayı Roma’da yakılarak öldürülen Bruno   yakılacağı sırada, kendisine ölüm kararını bildiren engizisyon yargıcına söylediği şu söz insan aklının zulme meydan okuyuşudur: „Ölümümü bildirirken, sen benden daha çok korkuyorsun!..
Burada romantizm yapmak  ve bak gördünüz mü Bruno haklı çıktı demek istemem. Evet Bruno haklı çıktı ama o büyük iktidarın basiretsiz adamları Bruno gibi yüzlercesini küle dönüştürdüler. O basiretsiz, korkak adamlar nice cesur insanın kanını içti. Üstelik öldür öldür diye bağıran kalabalıklardan bahsetmiyorum bile. 

 
Tekrarlayalım Bruno yakılırken meydana toplanmış yüzlerce salyalı “Yakın , yakın !” diye bağırıyordu. Neden , ne için   olduğunu bilmeden ve sorgulamadan. 
Geçmiş ne kadar çok bugünü anlatıyor. Bugün de görkemli çöküşün eşiğinde olan bizler, hangi mantık örgüsünde bir araya geldiğini bilemediğimiz binler tarafından  yakılmak yıkılmak ve yok edilmek için sıramızı beklemiyor muyuz?
Ve ne yazık ki biz Bruno’nun tersine hakimlerimizden daha korkak değil miyiz? (Bizi yargılayanlardaki aptal cesareti değil , iktidar gafleti)
Galileo, “Dünya İncilin iddia ettiği gibi olduğu yerde durmuyor, Güneş etrafında dönüyor!” dediği için, engizisyonun zulmüne uğramıştı… Biz daha basit ve gündelik gerçekler için yakılacağız.

Mantığın görkemli çöküşünde insan sorgulanamayan bir toplu ayinin kurbanı oluyor. Gökten İbrahim peygambere indirilen bir koç gibi mantık ve adalet indirilmediği için meydanlarda bağıran kuru kalabalığın kör bıçaklarına bırakılıyoruz.
Bugün Bruno’nun yakıldığı meydanın ismi çiçek bahçesi anlamına geliyor. insanların odunlarla istiflendiği o küçük meydanda Brunonun bir heykeli de var. Buradan insanın o kuru kalabalığı yendiği düşünülebilir. Ancak öyle değil . o meydanda toplanan kalabalığın büründüğü linç hali her yerde her biçimde ve her mantıksızlıkta karşımıza çıkıyor.
Ben kalabalığın ‘yakın , yakın” çığlıklarını hala duyuyorum.
O insan etine aç yamyamların çığlıklarını  sorgulanamayan aptallıklarla ve mantığın görkemli çöküşüyle duyuyorum

KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA APTALLIK

KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA APTALLIK

Yunanca “kome” (saç) kelimesinden türeyen “kometesler” yani “saçlı yıldızlar”, gökyüzünün en görkemli cisimleridir.

komet ile ilgili görsel sonucuKuyrukluyıldızlar, yaklaşık 4,5 milyar yıl önce oluşan Güneş Sistemi’nden arta kalan buz kayalarıdır. Yörüngeleri, güneş sisteminin en soğuk ve karanlık köşelerinden, Güneş’in yakıcı sıcaklığına kadar uzanır. Güneş sisteminin iç (Güneş’e daha yakın) kısımlarında dolanırken, güneş ışınları kuyrukluyıldızın çekirdeğinin üstünde bulunan buzları buharlaştırırken küçük katı parçacıkları da ondan kopararak kuyruğunun Güneş’e göre zıt yönde oluşmasını sağlar. Kuyruklu yıldızların çoğu, Neptün gezegeninin daha ötesinde bulunan Kuiper kuşağından ve Oort Bulutu’ndan gelmektedir.

Gökyüzünde bir kuyruklu yıldızın (komet) görülmesi, bilim adamlarının olduğu kadar halkın da ilgisini çekmektedir. Astronomlar, uzay fizikçileri, jeologlar ve hatta biyologlar, bu canlı görünüşün içindeki çeşitli fiziksel özellikleri incelerler. Kuyruklu yıldızlar toz ve buzdan oluşan küçük cisimlerdir. Bu yüzden “kirli kar topları” veya “buzlu çamur topları” olarak da tanımlanırlar. Çıplak gözle en fazla ayırt edilebilen kısımları kuyruklarıdır. Uzunlukları 10 milyon kilometrenin birkaç katı ile 1 A.B arasındadır. Kuyruklu yıldızlar, Güneş Sistemi’nin kökeni ile yine bu sistemin ilk evrimini anlamamıza yardımcı olmaları konusunda çok önemlidirler. Ayrıca Dünya’yı doğrudan doğruya etkileyebilirler. Örneğin kuyruklu yıldızların artıkları meteor yağmurlarının oluşmasına sebep olacaktır. Zaman zaman büyük parçalar da Dünya yüzeyine düşebilir. Kuyruklu yıldızlar Güneş’e yaklaştıklarında parlaklıkları artar. Bu kadar bilimsel bilgi yeter, daha fazlası için aşağıdaki linkten bilgi edinebilirsiniz.

DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN TIKLAYINIZ

Astronominin bu  ak saçlı gelinleri, felaket habercisi sayıldıkları için uğurlu bir biçimde anılmıyorlar.
Eski çağlardaki toplumları etkileyen dünyaya yakın geçişler, bırakın bilimden binlerce yıl ırak toplumları  modern toplumun fertleri için bile bir kötü haberci. Tanrının insanları cezalandırmak için gönderdiğine inanılan bu taş (buz) kütlelerin toplumlarda yarattığı travmaların sonuncusu 1910 da geçen Halley kuyruklu yıldızının 1. Dünya Savaşını başlatmış olması inancıdır. Sonraki yıllarda gizemini kaybetse bile bugün deprem güneş tutulması ya da ” dansözlü eğlencenin depremle doğrudan ilişkisi” üzerine tezler yazabilen bir bilimsel gelişimde(!) olduğumuz için kuyruklu yıldızların ortaya çıkaracağı kuyruklu yalanları şimdiden tahmin edebiliyorum.
Gerçi üstad Hüseyin Rahmi Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç romanıyla bunu hicvetmiş ama ben daha trajik bir bakış açısına sahibim..

Gerçi  bizim gazetelerimizin, büyük yazarlara fırsat bırakmayacağını da düşünüyorum. “Papalık’ın büyük endişesini “paylaşıyorum yandaki gazete yazısından anlaşılacağı üzere böyle haberlerle kendini dolmuşa getiren Türkler kesinlikle dünyanın başına bela olacaktır. ..

Bizim toplumumuzun komikliği biraz da trajiktir; yani biz ağlanacak halimize güleriz..Batılıların makus talihi de bizimkinden farklı değil. Veba hastalığını Halley kuyruklu yıldızına bağlayanlar da var, çok çeşitli virüs tabanlı hastalıkları uzaydan bu “şirret kadınların” saçlarıyla getirdiğini yazanlar da .

Bu haberlerin ana beslenme kaynağı, tüm tektanrılı dinlerin dünyanın ve insanlığın sonunu işaret ettikleri kıyamet günüdür. İnsanların hesaba çekileceği bu sürecin habercilerinden biri de dinsel kaynaklara göre kuyruklu bir yıldızın geçişi olarak sayılıyor. KUYRUKLU YILDIZ FELAKETLER ve BEKLENEN GÜN için tıklayınız.

Bugün bile belli başlı sitelerin kuyruklu yıldız geçişini (hele çift kuyrukluysa tadından yenmez) mehdinin habercisi görmeleri ve insanları son savaş için uyarmaları ve elbet dinden aldıkları meşruiyetle insanları  kendi mehdiliklerinin çatısı altında toplama istekleri kuyruklu yalanların zirvesidir.
Lanetlenmiş bir toplum oluşumuz ve sonunda her lanetli toplum gibi cezalandırılacağımız inancı yüzünden ortaya çıkan mehdilerin deccal de ilan edildikleri bu süreç bir ilk değil. İslamiyetin 1000. yılında mehdinin geleceğini ve kıyametin kopacağını düşünen “atalarımız” bu aklın ürünü ve imanların belirtisi olarak kıyamet gününe hazırlık bile yapmaya kalkmışlar ( elbette ateşe dayanıklı  kefen henüz icat edilmemiş )     Osmanlıda Gözlemler i okuyun.

TOPHANE RASATHANESİ 

Büyük gözlemci o zamanki adıyla Müneccimbaşı Takiyuddin  alimliğini konuşturmuş ve Tophane sırtlarına  bir rasathane (gözlemevi) yaptırmıştır. Bu gözlemevinin yapımında III.Murad ve Sokullunun çabaları da büyüktür;ama onların bu çabası bilimden çok kıyamet senoryalarının gerçekliğine inanmalarıyla ilgilidir. Kuyruklu yıldızın geçişine yani kıyamet senoryalarına denk gelen rasathanede Takiyuddin önemli işler çıkarmış yıldızın geçişini gözlemlemiş ve 3 yıl içinde çeşitli   zicler hazırlayarak astronomi bilimine de katkıda bulunmuştur. Rasathane 1577 de hazır hale gelmiş ve 1580 de yıkılmıştır.

Tüm Osmanlı camilerinde selaların okunduğu ve Kuranların hatim edildiği, erkeklerin savaş giysilerini giyip camilerde beklediği, kadın ve çocukların gizli yerlere saklandığı, sokaklarında  yüzlerce mehdi adayının tekbirlerle dolaştığı  o meşhur gün geçince ( 1577) kıyametin şimdilik ertelendiğini varsayan İstanbul ahalisi ve  bilcümle alimleri , gözlemevinde yıldızları izleyen Takiyuddin’in yaptıklarını sorgulamaya başladılar.

Kuyruklu yıldızın geçişini haber veren ve bunu bilimle yapan Takiyuddin’in matematiğini  kendi ilimleri ile açıklayamayan zatlar- özellikle de Şeyhülislam Kadızade Şemsettin Efendi- sürekli olarak göklerin üstündeki sır perdesinin açılmasının nasıl zararlara yol açacağını III. Murad’a fısıldarken, kaderin yani  kazanın yani geleceğin öğrenilmesinin şeytani bir iş olduğunu halka her fırsatta ilan etmiş , bu şeytani işin sona ermesi ve meleklerin bir iblisin tacizinden kurtulması gerektiği dini bir zaruret olarak göstermiştir. Sonunda rasathane III. Murat’ın emriyle Kılıç Ali Paşa tarafından denizden gerçekleştirilen top atışlarıyla yıkılmıştır.
Korkuları kıyamet haberlerinin sona ermesiyle savrulup giden İstanbul halkı da bu şeytan işinin sona ermesini büyük şölenlerle kutlamış, rasathanenin duvarlarına birer kazma vurarak imanını tazelemişti.
Kıyamet korkusundan camilere sığınan insanların, Allah’a dua edenlerin “meleklerin husisi hallerine şahit olduğunu”  ” kaza ve kaderi önceden bildirerek ahlakı bozduğunu” iddia ederek  yıktıkları bu rasathane bize gelecekten tek bir haber veriyor: aptallık çağından henüz çıkmış değiliz.

*** İlginçtir ki Kadızadeler Osmanlı devletini içerden ele geçirmeye çalışan , kadıların yetkilerinin beylerbeyinin üstünde olması gerektiğini savunan Salefi (yenilikçi düşmanı İslam yorumu) görüşün hakim olduğu  bir ailedir ve rasathanenin yıkımı onların ilk zaferidir.
*** Batı gözlemevlerinden on yıl önce olan Tophane Rasathanesinin yıkımından sonra astronomi ile ilgimiz gazetelerin burç sayfalarından öteye gidememiş ve doğunun bilim-toplum ilişkisi bugünkü sınırlarına çekilmiştir.
*** Hala toplumda kendini mehdi ,  karşıtlarını ise deccal ilan edenlerle birarada yaşıyoruz.

DİKİLİTAŞ VE APTAL BÖBÜRLENMELER

İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda dikili dev taş blogun güzel bir serüveni var , Nerden gelmiş, nasıl gelmiş ve üstünde ne yazıyor; bu sorular elbette merak uyandıran ve öğrenilmesi gereken  yanıtlar içeriyor. Ancak ben bu yanıtları ararken Mısır’a ait dev taşın altında boy gösteren böbürlenmeyi görünce bir kez daha aptallıklarla örülmüş  olduğumuzun farkına vardım.

Nereden ne zaman geldi?

 İstanbul’daki dikilitaş ilk olarak MÖ 1547 yıllarında Firavun III. Tutmosis adına Yunanlıların Heliopolis adını verdiği Annu kentinde dikilmiş. Üzerinde Hiyeroglif yazısı ile Tutmosis’in zaferleri yazılmış. Taş ilk olarak Bizans İmparatoru Constantinus’un dikkatini çekmiş ve Mısırlılara bir mektup yazarak bu taşın kendisine gönderilmesini istemiş:
“Gemileriniz Karadeniz’e çıkarken sizleri cömertçe karşılayan ve beslenmesine yardımcı olduğunuz bu şehrin güzelleşmesine katkınız olması için bu yekpare taşı yollamanız yerinde olur.”
Dikilitaş’ın İstanbul’a ne zaman gönderildiği tam olarak bilinmiyor. Bilinen, taşın kente geldikten sonra uzun süre yerde yatması. İmparator Thedosius başa geçtikten sonra bu dikilitaş’ı hatırlamış. Birçok zafer kazanan imparator, belki bu zaferlerini anlatması için Mısır krallarının yaptığı gibi bir dikilitaş dikmek istiyordu. Kadırga limanından hipodroma kadar olan mesafede özel bir yol hazırlatılarak taşın bugünkü yerine taşınması üç gün, burada bir kaide üzerine dikilmesiyse 32 gün sürmüştü. Belki bu sırada belki de daha önce taşınırken alt kısmındaki hiyerogliflerden biri zarar gördü.
Kim diktirdi ? 
Taş, 390 yıllarında Bizans İmparatoru Theodosius’un emriyle Hipodrom’a dikildi. Kaidedeki kabartmalar üzerinde I. Theodosius, oğulları, karısı, Arkedios, Honorios ile İmparator II. Valantinianos görülür.
Taşın cephelerinde neler yazıyor ? 
Kuzeybatı cephesi:
“18. sülaleden Yukarı ve Asaği Mısır’ın sahibi 3. Tutmosis, Tanrı Amon’a kurbanını sunduktan sonra Horus’un yardımıyla bütün denizleri ve nehirleri hükmü altına alarak hükümdarlığının otuzuncu yılı bayramında bu sütunu daha nice zamanların getireceği bayramlar için yaptırdı ve dikti.”
Kuzey cephesi:
“Gizli ve kutsal ismin her tecellisine mazhar olan tanrı Amon’a kurbanını büyük bir acz içinde sunduktan sonra, ondan yardımlar dilenerek güneyin dostu, dinin nuru iki tacın (Aşağı ve Yukarı Mısır) sahibi, kudretli hükümdar ülkesinin sınırlarını Mezopotamya’ya kadar götürmeye azmetti.”
Güneydoğu cephesi:
“Güneşin doğduğu sırada sahip olduğu altın renkleri dünyaya yayan Horus’un verdiği kuvveti, serveti, kuvvetli sevgi, saygıyı taşıyan ve Aşağı ve Yukarı Mısır’ın tacına sahip olan ve bizzat Güneş tarafından seçilmiş olan firavun, bu eseri babası Ra için yaptırdı.”
Güney Cephesi:
“Tanrı Horus’un lütfuna mazhar olan ve Güneş’in oğlu unvanını taşıyan Aşağı ve Yukarı Mısır’ın hükümdarı olan firavun, kudret ve adaletle bütün ufuklara nur saçtı. Ordusunun önüne geçti. Akdeniz’de dolaştı, bütün dünyayı mağlup etti. Sınırlarını Naharin’e kadar yaydı. Mezopotamya’ya azimle gitti, büyük savaşlar yaptı.”
Buraya kadar sorun yok .. Hikaye gayet normal, Firavun sınırlarının büyüklüğü ve nimetlerin çokluğu için Ra adına bir taş yaptırıyor, devasa bir taş üzerinde yazılar var. Bu taşlardan birini 1500 yıl sonra Bizans imparatoru  istiyor. Zahmet olmazsa bir gemiye atın taşı İstanbul’a gönderin diyor. Taş gemiye yükleniyor ve İstanbul’a geliyor. Kadırga limanında Bizanslılar’a teslim ediliyor. Sonra Constantinapolisli hemşehrilerimizin gücü bu taşı taşımaya yetmeyince taş orada kalıyor. .sonra ansızın kahramanımız çıkıyor sahneye ve taşı meydana dikiyor.
Kaidede ne var ?
 
Dikilitaşın kaidesinde yer alan yazılarsa Doğu Roma İmparatorluğunda adet olduğu üzere Grekçe ve Latince yazılmış. Grekçe yazı bir anlatıcı ağzından şöyle diyor:
“Devamlı bir suretle yerde duran bu taşı dikme cesaretini İmparator Theodosius gösterdi ve yardımına Proclus çağrıldı. Bu şekilde otuz iki günde yerine dikildi.”
“DİKME CESARETİ”  gerçekten sadece bu topraklarda yaşayan (ırksal değil havasından suyundan)  insanların cesaret edebileceği bir böbürlenme .. Hatta sadece aptalları kandırabilecek bir övünme. 
Taşı yapan hatta taşı uzak diyarlardan İstanbul’a getiren bile ortada yokken , Kadırga sahilinden at meydanına getirme başarısını(!) kaidelere yazdıran Theodosius bizden biri olduğunu güzel güzel vurguluyor. 
Aptallığın yaygın ve etkili bir hastalık olduğu çağımızda herkes insanları kandıracak, abartacak bir şeyler bulabiliyor. Bu beceriyi takdir etmiyor değilim;ama asıl takdir edilmesi gereken bu yöntemim yüzlerce yıldır aksamaya uğramadan başarıya ulaşabiliyor oluşu. Ben yaptımcı anlayışın da kaynağı bu yöntemin  garanti altına aldığı başarıdır. Avcı hikayeleri gibi abartmalara sıkışmış tarihin altında ezilmek ve kendini bu abartı dışında yeniden üretememek de bize Bizansın bu son döneminden kalmış besbelli. Yoksa kaidede dediği gibi ” bütün dünya bizi takip ediyor, biz onlara her şeyimizle örneğiz” … yok yahu. inanamayın şaka. Şaka.

ÇOCUKLARINI YİYEN SATÜRN

ÇOCUKLARINI YİYEN SATÜRN

Zamanın kendisi dışındaki her şey üzerindeki hükmü su götürmez. Dev taşlı bir değirmen gibi kendine sıkışmış her şeyi öğütüp un ufak eder.Bütün zamanlara hükmedemese de insan kimi anlarda bu değirmenin ucundan kıyısından kurtulmayı başaran ve zamanı tarihe döndürebilen  ender tanrısal bir varlık.  Tanrısal çünkü yaratma edimine sahip.
Zaman mitolojilerde önce Kronos  ismini almış, bugün kökünü bir çok yerde bulduğumuz bu sözcük  pagan tanrılarının en belalısına işaret ediyor.; her şeyi yutan zamana . Kronos’un, annesi Gaia tarafından eline verildiği çelik tırpanla babası Uranos’un hayalarını kesmesi, tanrı kuşakları arasında yaşanılan çekişmenin ilk aşamasıdır. (Azrail simgesi ) Hesiodos’un anlattığı Çağlar Efsanesi Kronos ile ilişkili olarak özellikle Roma‘da tutunmuş ve Saturnus Çağı üstündeki efsaneler, birçok şairi etkilemiştir.Haftanın günlerinden Saturday(Cumartesi) ve Güneş Sisteminin Güneş’e yakınlık sırasına göre 6. gezegeni ismini ondan alır
.Büyük ressam Goya’nın sanatla dehşeti buluşturduğu tablosu

Çocuklarını Yiyen Satürn ya da kısaca Satürn (İspanyolca Saturno devorando a un hijo), İspanyol ressam Goya‘nın, Sağırın Beşi (Quinta del Sordo) adıyla bilinen evinin iki katındaki duvar sıvasına, dekorasyon amacıyla yağlı boya ile çizdiği 14 tablodan oluşan ve Kara Resimler olarak adlandırılan duvar resmi serisine ait bir tablodur. Serinin geri kalanıyla birlikte 1819 – 1823 yılları arasında çizilmiştir. Resimde Yunan tanrısı Kronos‘un (başlıkta Roma karşılığı olan Satürn ismi kullanılmıştır), kendi yerine geçmelerinden korktuğu çocuklarını doğumlarının hemen ardından yiyerek öldürmesi anlatılır. Goya’nın ölümünden sonra tuvale aktarılan resim, Madrid‘deki Prado Müzesi‘nde sergilenmektedir.) bu mitolojik hikayenin karanlık çağlardan bize sızması bile baba ile çocuk arasında süren büyük iktidar kavgasının hala devam ettiğidir. 

Kaynaklarda geçen mite göre  Satürn’ün çocuklarından biri, kendisinin babası Caelus‘un yerine geçtiği gibi, Satürn’ün yerine geçecekti ve tanrı Satürn  bunu biliyordu. Satürn bunu engellemek için bütün çocuklarını doğar doğmaz yiyordu.(ah hikaye çok tanıdık değil mi Musa) Karısı Ops Satürn’e ihanet etti ve altıncı oğlu Jüpiter‘i Girit‘te saklayıp, Satürn’ü kundağa sarılmış bir taş ile kandırdı. Sonunda kehanet doğru çıktı ve Jüpiter babası Satürn’ün yerine geçti.
Jüpiter hem Roma mitolojisinde büyük bir tanrıdır hem de  Sümerlerde. Sümer tanrılarının en büyüğü Marduk Jupiter’le, Jupiter Zeus’la aynı kaderi paylaşır.
(Roma mitolojisi‘nde Jüpiter, Yunan mitolojisi‘nde tanrıların en güçlülerinin başında gelen Zeus ile denktir. Etrüks mitolojisi‘nde ise Tinia olarak bilinir. Jüpiter, Optimus Maximus yani ”En Yüce, En Büyük” olarak anılır. Bu tanrı Roma mitolojisinde  kanun ve toplumsal düzenden sorumludur. Romalılarda ataerkil yapı olduğu için Jüpiter baba figürüdür. Hıristiyanlığı da etkileyen bir düşünce olarak adlandırılır. Mezopotamya’da Jüpiter gezegeni, Neberu adı ile anılır. Tanrı Marduk ile bağlantılıdır. Babil‘in en büyük tanrısı ve Eski Sümer tanrısı Enlil’e denk kabul edilmelidir. Asurlularda Aşur’a eşittir.)
Bütün bu insanlık deneyimleri   bize ne aktarır dersiniz?
Mitolojide ufak da olsa insanlığın geçirdiği evrelerden bir doku varsa – ki olmalı- çocuklarını yiyen Satürn bize ne anlatmaktadır?
Kişisel olarak,  kendini statükoya teslim etmiş, gelenekselleşmiş ve sürekli-mutlak iktidarın; değişim isteyenlerin, sürekliliğin  ve geleceğin karşısında uğrayacakları yenilgiden başka bir şey görmüyorum.
Hangi çağda ve hangi toplumda olursa olsun kendini dünün efendisi gören  anlayışlar, kişiler iktidar odakları ; her çocuğu öldürseler de  her yeni fikri diri diri gömseler de tarihin ilerleme isteği ve insanın tarih yapıcılığı karşısında direnememişler , direnemiyorlar.
İktidarlarını sonsuz ve mutlak sananlar kendi devirleri geçip parlaklıkları kaybolduğunda karanlığın içinde sessiz sedasız sönüp gidiyorlar.
Kendini tanrı sananlar bile toplumun aklı ve ahlakıyla yarattıkları yeni tanrılar tarafından  tahtan indiriliyorlar.
Zorbalıkları, güçleri, etkileri, çoğunluk olmaları hiç fark etmiyor.
Sonunda başka bir ışığın etkisinde eriyip gidiyorlar.

Çocuklarını yiyen Satürn , kendi çocuğu tarafından geride bırakılıyor. geçmişte kalıyor.

Güce tapar ahmaklarsa eski Tanrı’larını çarçabuk bir kenara atarak kendilerine yeni Tanrı’lar ediniyorlar.

Bize zamanı tarihe çeviren insan gerek.

Çocuklarını yemeyen,onları olağan akıla bırakan; birbirini yalanlamayan, yok etmeyen Tanrı’lar gerek.

Bize tanrısal olandan sıyrılmış insan gerek
Her şey  zamanı tarihe çevirecek insanların ellerinde . 

Ateşin Efendisi

 

yıl kindar bir zamanın

yenisiyle değiştirilmesidir

artarak bir mesihten beri…

kundaklanmış çağlar yanıyor hey, bu bataklık sıtmasıdır;

su ateşte yürür, bir çeliğin gölgesinde.

sözden önce yalnızlık icad edildi bilesin,

bilesin!

ne kadar geçse de eskimiyor bu zaman,

onda her yeni eskinin kırmasıdır…

küf ancak okuduğun yazıda gizli,

hiçbir dua saklı değil yazılı tabletlerde

bir kent şarabı mahzen yüzü görmeden bozuluyorsa

tencereleri kalay tutmuyorsa

eskir,

eskidi her şey bilesin!

ne kadar geçse de eskimiyor zaman…

kulağıma sızıyor tarih; acımasız kanlı zalim.

hanlarında insan sofraları kurulu yolculukların,

fetretin fethe döndüğü an

yıkılıyor surları kentin

pey pey…

bir kapısı çağa açılır da

o çağdan çıkamaz hiçbir kapısı

ortasında dolanır durur

bitmeyen bir ortaçağın …

yalnızlık bizden önce icad edildi.

gizli bir sözleşmedir

aynı sokaktan aynı yüzlerin geçmesi.

kim bilir,  kim tarih düştü

çevrilen her sayfada unutkanlık;

bir saray oğlanını tanır da bir sokak sakinini tanımaz,

ve hatta adını verse bile saçtan bir levhada

prangalısın ey zaman prangalı!

bir sarraftır tanı efendini,

su ateşte yürür.

kılıç erir kurşun olur

bir kent çeliği giyer güpegündüz.

bir tek zırhı kaldı şövalyelerin

müzelerin bekçisiz köşelerinde .

(söz çıplakken bile isyankardır)

çağır gelsin

çözerek taşların sırlarını

karanlığa, gölgeli bir yaz kalsın

her tohum

tandırdan, ocaktan, közden, ateşten

yani dünkünden devşirmedir.

eksiktir her yeni

kesikleri düğümlenmiş bir ip kadar geçmişten

çağır gelsin,

buğday tarlasından kaldırıp başını

elleri değirmen, yüzü bir korkuluğa benzer

yazları kurak geçtiği zaman….

su ateşte yürür

ve o yaşam başladığından beri

korkunç bir efendidir