Kategori arşivi: bilim tarihi

bilim tarihiyle ilgili makaleler yer almaktadır

Şeytan ve Aydınlanma

Lux Lambası Şeytan İcadı mı ?

Çocukluğu 1980 öncesine dayananlar  bilirler; kimi köylerde elektrik olmadığı için ya da kentlerde de ols13189500391_banız elektrikler çokça kesildiği için gazlı, tüplü lambalar olurdu . Bunlardan biri de lux lambasıydı.  O zamanlar bir zenginlik belirtisi sayıldığı için biz bu lambanın adını ” gerekli olanın sınırlarını aşan anlamına gelen” lüks  sözcüğüne döndürsek de lambanın gerçek adı lux. Lambayla lüksün ne alakası var demeyin, herkesin karanlıkta kaldığı dönemlerde evinde parıl parıl bir aydınlıkta oturmak bir lüks sayılır.

Bu yazı lux lambasıyla ilgili değil. Bu yazı lambanın adının köküyle ilgili.

Büyük şair Dante’nin İlahi Komedya’sında tanımlanmış sonrada oldukça kabul görmüş yedi büyük günah var:  lust – şehvet,  greed – bencillik/cimrilik,  gluttony – açgözlülük,
pride – kibir/gurur,  sloth – tembellik,  wrath – nefret,  envy – kıskançlık… Büyük şaire ek olarak 1589 da Peter Biensfield her bir günahı  bir iblisle eşleştirmiştir. Lucifer – Kibir Mammon – Hırs Asmodeus – Şehvet Leviathan – Kıskançlık Beelzebub – Oburluk (sineklerin tanrısı) Satan – Öfke Belphegor – Tembellik.   Bu sıralamada adı geçen Lucifer ve onun hikayesi temel konumuz.

Hristiyan inanışına göre Lucifer Tanrı’dan sonra ikinci konumdadır ve cennetteki en büyük melektir. Fakat hırsına ve kibrine yenik düşmüş  ve Tanrı’ya isyan  etmiştir. Bunun sonucu olarak cennetten  kendisi ile beraber olanlarla birlikte  kovulmuştur. Bu süreç sonunda Lucifer Şeytana,  takipçileri ise iblislere dönüşmüştür. İşte Lucifer sözcüğünün kökü yani lux ışık anlamındadır ve yukarıda bahsettiğimiz gaz lambasına da ismini verir.  Lucifer ışık anlamına gelen lux (sahiplik “genetiv”hali lucis) ile ferre (taşımak, getirmek fiili) kelimelerinin birleşiminden türemiş Latince bir kelimedir. Grek söyleninde Lucifer Prometheus olarak görünür; o insanlığa ışığı getirendir. Şairler tarafından Sabah Yıldızı’nı, yani  Venüs’ü simgeler . Lucifer Jerome’un Vulgate’sinde (Septuagint’in Grekçe çevirisinden) direkt olarak heosphoros yani “sabah yıldızı” ya da “Gün Yıldızı”  edebi açıdan ise Şafağı Getiren olarak  Isaiah’ın 14:12 sinde çevrilir.

Venüs gezegeninin  yani tanrıça Venüs’ün   Roma dönemi astrolojisinde şimdiki ismini almadan önce Lucifer olarak bilindiğini de söylemek gerek .

Roma şiirinde Lucifer 25c65094091124047b45723b99de40f8.jpg

Lucifer “sabah yıldızı”nın şiirsel adıdır ve Grekçe eosphoros (şafağı getiren) kelimesinin en yakın çevirisidir ki Odyssey ve Hesiod’un Theogony’sinde görünür. Lucifer’in antik Roma’da kullanımı  Vergilius’un Georgics adlı şiirinde görülür. Lucifer, John Milton’un Protestan destanı Kayıp Cennet’in anahtar karakteridir. Milton Lucifer’i eserinde oldukça sempatik, azimli ve gururlu olup Tanrıya karşı gelen  sonra da yenilip  cennetten kovulan bir melek olarak sunmuştur.  (ki İslamda da şeytan insana secde etmemesi neden gösterilerek kibri üzerine lanetlenmiştir) Lucifer tabi sonrasında retorik yeteneğini cehennemi örgütlemek için kullanmak zorundadır; kendisine Mammon ve Beelzebub yardım eder. Örgütleme becerisini  iyilik ve kötülüğün sırrının saklandığı ağacın meyvasından yemesi için başarıyla kandıracağı Havva’nın (Adem’in karısı)  üzerinde dener ve insanoğluyla kaderini birleştirir.

Oldukça uzun bir anlatı ama özetlenmiş bir biçimde yedi büyük günahtan kibirle anılan ve baş şeytanlardan sayılan Luciferin adı “ışık” sözcüğünden türemiş durumda. Işık getiren şeytanın karanlıkların efendisi olması ise aydınlanmanın din üzerinde yarattığı baskı olsa gerek. Bilim ve aydınlanmanın şeytan uğraşı sayılmasının ve bugün dahi dinlerin bi9b32d8794009fcf6f59580d54089e6fa.jpglimle barışık yaşayamamasının trajikomik hali Lucifer’ in adında yatmaktadır.  Karanlığın hükmünün son bulacağını gösteren (sabah yıldızı) Venüs yıldızının da olaya katılması daha da  dikkat çekicidir.   Daha tuhaf olanı dinlerin baştan çıkarıcı ve günah saydıkları her şeyi insanın dişisine bağlamaya çalışmasıdır. Kadın ve erkek üzerinde bir dengesizlik yaratarak birini diğeri hükmedici kılmak için kadını kötülüğün başlangıçı olarak saymak hemen hemen tüm dinlerde var. Lucifer’in işaretlendiği Venüs de baştan çıkarıcı bir tanrıça (Afrodit)  olarak görünür bize. Aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite’nin doğuşu iki ayrı kaynakta iki farklı görüşle anlatılmaktadır. Bunlardan erken tarihli olan Homeros’ta Aphrodite Okeanos’un kızı olan Dione ile Zeus’un kızıdır. İkinci efsane ise Hesiodos’ta geçer.Aphrodite burada denizin köpüklü dalgalarından doğmuştur. Aphros yunanca köpük demektir. Roma mitolojisinde Venüs ise bahçelerin tanrıçasıydı. Bereketi ve dünya nimetlerini simgeliyordu.  

Bahçelerin tanrısı olan Venüs ile Lucifer’in hikayesi bir ağaçta kesişiyor. Hani cennette Adem ile Havva’ya bir ağacın yemişi verilmişti ve utanma (ar) duygusunu kazanmışlardı ya. Hani o ağaç bilgelik ve aklı simgeliyordu ya. Nasıl da bir anlatı rastlantısı değil mi? Elbette rastlantı değil,  kör inançlar birbirinin yalanını doğrulayarak öylece inanmamızı sağlıyorlar (istiyorlar) o kadar .

Aydınlanma ve Şeytan

Elektrikler kesilince karanlıkta kalmayalım diye fitili yakılarak aydınlandığımız o gaz lambasının adını kim koymuş bilmiyorum ama güzel isim seçmiş. O güzel isim karanlıkla aydınlığın, bilgi ile cehaletin savaşının kısa bir özeti.

Bilgiye ulaşan akılların din ile ilişkilerinin zayıflaması,  bilgiyle donanmış akılların sorgulayıcı zihinleri her daim din düşmanı kabul edilmiş bilim şeytanlaştırılmış. Aptallık ve cahilliğin kutsandığı bir dünyada başka bir sonuç beklemek de mümkün görünmüyor.Sorgulamak,  ben niye buna secde edeyim diye sorgulayan meleğin akıbeti  ibretlik biş öykü olarak anlatılır ve bütün kötülüklerin anası sayılır. :İtaat et, sorgularsan dışlanırsın da duanın giriş kısmı tabi ki.  Bilgi de itaati azaltıyor, imanı zayıflatıyorsa akılla iman barışamıyorsa , akıl gitsin o zaman temennisi de dinlerin en büyük duası oluyor.

Bir de cennetten kovulmayı şeytan Lucifer ile şehveti körükleyen Havva’nın üstüne attığınızda kendinizi vaftiz suyunda yıkanmış  masum bir bebek kadar günahsız hissedebilirsiniz. Elbette şeytanı şeytani olan her şeye karşı çıkarak (bilim ve aydınlanma),  Havva’yı da yaptığı kusur nedeniyle erkeğin eşyası haline getirerek  o müthiş cenneti ne kadar hakettiğinizi Tanrı’ya da göstermeniz gerekiyor. O da yetmezse  insanların içindeki en ufak ışığı karanlığa boğana dek masumların kanını dökebilir canını alabilirsiniz. Ne de olsa biz hala Venüs’ü görememiş sabah yıldızından haber alamamış bir kör karanlığın hüküm sürdüğü çağda yaşıyoruz.

İnsanların şeytanlaştığı yerde iblise ihtiyaç var mı ?

Ha unutmadan yakında elektrilikler en azından benim güzel ülkem için kesilecek Lux (lüküs) lambalarınızı hazır ediniz.

15717a33a1bb64771646c2a00fc6ad9b.jpg

Adem havva ve lucifer

Patates ve Aptallar

Patates ve Aptallar 

Aptallığı yeteri kadar iyi bilmeyen insanlar onun fikir olarak yayılmacılığını asla tahmin edemezler.Bilinmesi gereken şeyse ön yargılarımızın tersine aptallık sürekli ve geometrik bir biçimde artan etki alanına sahiptir. Birden bire olmayacak bir fikre inanan ya da o fikri savunan yüzlerce hatta binlerce insanın karşınıza çıkmasının sırrı buradadır.

Aptallık hem bulaşıcıdır hem de engellenemez bir biçimde kendini üretir.

Aptallığı bir miktar anlayan insanların önerdiği gibi ben de size onun üreme biçimini anlamanız için patatesgilleri önereceğim.
Ne büyük bir tesadüftür ki argoda “patates kafa” diye anılan aptalların  ve aptallığın yaygınlaşması da yumru bir bitki olan patatesle aynı özelliği göstermektedir. 

Eşeysiz bir üreme biçimine sahiptir . Yani cancağızlarım başkalarına ihtiyaç duymaz, kendi kendilerini klonlayabilen bu arkadaşlar buldukları her enerjiyi yeni ve yeniden kendilerine dönüştürürler. O kadar hızlı bir biçimde yaparlar ki aptallık her daim çoğunluk gücüne sahip olur.

Bu üreme biçiminde kalıtsal bir çeşitlilik yoktur. Baştan sona tek tip üniform bir yapının kendini çoğaltması vardır. Ne yazık ki aptallık da sınırsız varyant içerisinde duruma en uygun olanının tek tip olarak kendini üretmesi demektir.
Yani sen akıllı olanları bir çatı altında toplayacağım, uzlaşacağım çeşitlilik içinden zengin bir iletişim ve etkileşim meydana getirip daha güçlü bir akıl çıkaracağım derken aptal aynı fikirde aynı kanaatte binlercesini bir araya getirmiştir bile.

NE YAPALIM APTALLIĞA TESLİM Mİ OLALIM?

Aptallık bu kadar mı güçlü, biz de ona teslim mi olalım? diyenlere, telaş edenlere, umutsuzluk içinde kıvrananlara . Bi dur demek lazım ……
Aptallığı tanıdıkça onun zaaflarını da öğrenmiş oluyoruz.
Şimdi rizom olarak genel adı alan bu patates kafalıların  yumru cinslerinin  bir özelliği var ki işte o  bu güçlü özelliklerinden kaynaklanan bir güçsüzlük.
O da sadece kendini kopyalayan ve kalıtsal çeşitlilik göstermeyen bu canlıların değişen şartlara uyum sağlama becerisinin azlığı. Yani patatesgiller bir hastalıkla karşı karşıya kalınca toplu bir kıyıma uğruyor. Çünkü tek kökenli oluşları soyun tamamını yıkan bir biçimi doğuruyor.
Yani , yanisi  Aptallık geçiçi değil ama aptallar geçici. Birini yıktın mı diğerleri de tarihin sepetine.

Pisagor’un Sınavı

Pisagor’un Sınavı

Büyük  matematikçi  Pisagor, antik dönemin tüm bilginleri gibi hayata ve insana dair her şeyi bilmek, evrene dair her soruya yanıt vermek için yola çıkmış. Yani  felsefesiz  ilmin manasızlığını bilen kuşaktan kendisi.

Samos’lu Pisagor’un, Milattan önce 596 yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Doğumu gibi ölüm tarihi de kesin değildir. Bugünkü adıyla bilinen Sisam Adasında 596 veya 582 yılında doğmuştur. Hayatı hakkında çok az bilgiler vardır. Bu bilgilerin birçoğu da kulaktan kulağa söylentiler biçiminde gelmiştir. Fakat, önceleri doğduğu yer olan Sisam Adasında okuduğu, daha sonraları Mısır ve Babil’e giderek oralarda bilgilerini ilerlettiği ve ülkesine geri dönerek dersler verdiği söylenir. Kendisinden önceki bilgilerin tümünü öğrenmiş ve derlemiştir. Ülkesinde hüküm süren politik baskılardan kaçarak, İtalya’nın güneyindeki Kroton şehrine gelmiş ve ünlü okulunu burada açarak şöhrete kavuşmuştur. ( bilinen kolejlerin ilki) Bu okul aynı zamanda dini bir topluluk ve o zamanın politikasına oldukça egemendir. Okulun ülke yönetiminde bu kadar etkin olmasını istemeyen çevreler bir gece okula baskın yapıp okulu öğrencilerle birlikte yakmışlardır., Pisagor ve öğrencileri bu okulun içinde alevler arasında M.Ö. 500 yıllarında ölmüşlerdir.Pisagor’un ve öğrencilerinin yaptıklarının birçoğu bu alevler arasında yok olup gitmiştir.

Pisagorun ispata dayalı matematiğinde yatan tanrı düşüncesi, müzik hakkında fikirleri, oranları kullanışı vs tartışacak değiliz bu yazıda. Bu yazıda önemli olan Pisagor’un okula öğrenci alırken uyguladığı sınavlar.( Yani kendine göre ahmaklar ile aptalları nasıl ayırdığı. )Sınav birçok aşamadan oluşuyordu. Bu aşamalardan geçmek oldukça zorlu ve uzun bir süreç gerektiriyordu. Sınavların bütünüyle de  kafanızı ağrıtmak istemem, çünkü bizi ilgilendiren sınavın ön aşaması denen kısmı, yani ilk ayağı .
Bu sınav kentin dışındaki dağlık bir mekanda bulunan ve içinde hayaletlerin bulunduğu ifade edilen bir mağarada, adayın gece karardıktan gün ağırana kadar yalnız başına kalma cesaretini gösterip gösteremeyeceğinin anlaşılmasından oluşmaktaydı. Bu ürkütücü mağarada gece tek başına kalmayı reddedenler henüz daha yolun başında, gecelemeyi kabul edip   sabah olmadan oradan kaçanlar ise hemen ardından sınavı başaramamış sayılır ve  kolejde daha sonra gerçekleşecek sınavlara alınmazlardı.
Bir büyük bilginin neden öğrencilerini alırken ilk elemeyi  temel bir korku üzerine kurduğunu anlamak, aslında binlerce yıllık bir hikayenin sonunda bugün olanı anlamak demek.
Var olmayanlardan korkular üreterek aklını o korkularla sınırlamak 2500 yıl önce bile utanç kaynağı.
Pisagor anlatılan rivayetler üzerine kendi korkularını üreten ve bu korkularla sınırlar çizen, davranışlar sergileyen bir zihni okuluna kabul etmiyor. Daha yolun başında böyle bir aklı elemesi aptallara karşı tahamülsüzlüğünün göstergesidir . Korku kültüründe yanına ne koyarsanız koyun başat olan, temel olan, egemen olan korkudur. O korku da akılla ve bilgiyle ortadan kalkar.
EE şimdi bizim aptallığımızı test edeceğimiz bir alan olmadığı için o korku kültürüyle aklımızın daracık sınırları içinde yaşıyoruz.
Üstelik sadece başkalarının telkinine esir düşmüş bir beyinden yeni bilimsel tezler beklemeyeceğini bilen Pisagor gibi okuldan atamayacağımız bir geniş ‘aptallar okulunda’  dinlemeye adanmış topluluğundayız.
Pisagor’un okulundan atılan o korkaklar topluluğunun Pisagor’un okulunu, öğrencilerini ve Pisagor’u yaktıklarını; kalabalıklar halinde korkularının yanına ilişen insandışılıklarını ve cahil cesaretlerini de  düşünürsek, neden aptallıktan korktuğumuz anlaşılır.

Yalancı Gezegenler

Yalancı Gezegenler / sahtenin parlaklığı

Gezegenler, uzayda parlayan yıldızlardan kolaylıkla ayırt edilebilir. Şöyle ki, Gezegenlerin ışıkları yıldızlar gibi kırpışmaz ışıkları atmosferden doğrudan doğruya gelir.

Yıldızların görülebilen bir karakteristik özelliği, onları Güneş Sisteminin beş gezegeni olan Merkür, Venüs, Mars ve Jüpiter ve Satürn’den ayırır. Gezegenler durgun bir ışıkla gözükürlerken, yıldızlar devamlı parıldarlar. Parıldama yıldızların Dünyaya olan mesâfelerinin uzaklığı ve atmosferin yoğunluğunun ortaya getirdiği bir olaydır. Bunun anlamı da yıldızların Dünyaya olan çok fazla uzaklıklarından dolayı büyük diskler hâlinde değil de çok küçük ışık kaynakları hâlinde görüldükleridir. Gezegenler Dünyaya yakın olduklarından disk hâlinde gözükürler. Atmosferdeki yoğunluk değişiklikleri yıldız ve Gezegenlerden gelen ışıkların kırılmasına ve yansımasına sebep olur, böylece parıltılı görüntüleri meydana getirmiş olurlar. Yıldızlar ışık kaynakları olduklarından parlıyor gözükürler. Gezegenler disk olduklarından üzerlerindeki noktaların parıltıları yok olur, duru bir ışığa sâhip olurlar. Ufukta gözüken gezegenlerse daha yoğun Atmosferle kaplı olduklarından parlar gibi gözükürler.

Bulutsuz bir gecede  berrak gökyüzüne bakan insanoğlu (elbette kızları da) muhteşem küçük ışık kaynaklarıyla karşı karşıya kalır. Hayranlıkla adlarını ve ne olduklarını bilmedikleri bu küçük nesnelere bakar dururlar. Binlerce yılın alışkanlığını yitirmiş olan insanoğlu gökyüzündeki bu cisimlerin ne olduğu konusunda bilgi sahibi değildir.
Oysa onlarca yıl önce göğe bakan biri kolaylıkla yıldız ve gezegenleri ayırt edebilir. Bunun yanında büyük yıldızların (büyüklük elbette göreceli ve yakınlıkla ilgili burada) ve gezegenlerin adlarını sayabilirdi.
Bugün kentin ışıkları içinde kaybolan gökyüzünde üçbeş yıldız ve iki üç gezegen ancak gözlerimize ulaşabiliyor. Topu topu 10 15 i geçmeyen sayılarına rağmen (inanın gerçek bir gökyüzünden Samanyolu’nu seyrediyorsanız yıldızların sayısı ve parlaklığı konusunda ürkersiniz) bizler hepsinden bihaber yaşayıp gidiyoruz.

       Astronomi ile bağlantısını günlük gazetelerdeki astrolojiye (burç atmasyonu) indirgemiş insanın da evrenden öğrenebileceği şeyler sınırlı elbet. 
         Asıl sorunumuz şehirli cehaletimiz. Bu konuda elimizdeki telefonlara iliştirilmiş epey güzel app var. Ancak ilgimizi çekmiyor. Şahsen birçok okulun sahip olduğu gözlemevlerine  revacın azlığına bakarak bile uzay ile insan arasındaki ilişkinin zayıfladığı gözlemlenebilir. Bu bile yaşadığımız aptal çağının üzerimizdeki evrimini gösterir.
Oysa insanoğlu temel anlayışını (insan merkezli evren ile evren merkezli insan görüşüne dönüş)  gökyüzündeki gözlemleri sonucu değiştirmiş ve büyük atılımını yapmıştır.
Bugün kenterleşmiş ve çevresindeki her şeye (başta kendi emeğine ve doğaya) yabancılaşmış insanın gafletine bakacağız.  Bu gaflet onun genel ahlakı hakkında da bize bilgi verecek . O zaman neden parıltılara gark olduğumuzda aldanmaya müsait olduğumuzu da daha iyi anlayacağız.

Sahte Işıklar

Gökyüzünde görmeye alışık olduğumuz o güzel gece manzarası içerisinde neler olduğunu düşündüğümüzde aklımıza öncelikli olarak yıldızlar, gezegenler ve bir de gecenin en parlak cismi, biricik uydumuz ay gelir. Oysa “yıldızlar” diye genellediğimiz parlak cisimlerin arasında başka türler de mevcut… Ayrıca çoğu zaman uçak, ya da daha spekülatif bir şekilde uçan daire olduğunu düşündüğümüz yapay ya da doğal başka cisimler de var.
Güneş haricinde (gece onu göremediğimiz için ) Ay en parlak cisim . Herkes bilir ki Ay güneş ışınlarını bir ayna gibi yansıtıyor. Yani ışığı sahte bir kaynak değil. Ay konusunda şaşırtıcı bir şey yok .
Gökyüzünde güneş sistemimizde yer alan beş gezegen çıplak gözle görülebiliyor (Jupiter, Venüs, Satürn, Merkür, Mars). Bu yüzden eski uygarlıklar, gezegenlerin gezegen olduklarını bilmezlerken, yıldızlardan ayrı olarak gezinip duran (gezegen ismi de buradan gelmiştir) bu beş gezegene tanrısal özellikler atfetmişler.
Sabit yıldızlara karşın, zincir tanımayan ve gökyüzünü boydan boya kesen hür yıldızlar yani seyyareler. İşte işin püf noktası-  ki bu arkadaşlar da tanrısal özellikleriyle tanınmalarına karşın ışık kaynağı değiller- gezegenler kendilerine yüklenen  hiçbir özelliğe sahip değillerr.

Onlar da zavallı ay gibi birer ayna. yani kendi ferleri yok. Güneşin ışıklarını yansıtmakla mükellef birer aynalar. Özgürlükleri de bize yakın ve bizim de içinde bulunduğumuz bir sistem içinde dönüp durmalarından ibaret . 
aslında özgür filan değiller . Evrenin temel fizik yasalarına uygun olarak güneşin etrafında dört dönmeye mecbur kılınmış arkadaşlar.  Ah büyük yanılgılar. 
Sahte ışıklarıyla bir modern kentlinin görüp ne kadar büyük bir yıldız dediği bu  gezegenler hilal yanına yıldız olarak bayraklara bile girmiştir. 
Birçok bayrakta ay ve yıldız olarak geçen ve kan üzerine birleştikleri iddia edilen ikiliden yıldız olanı gerçekte bir yıldız değil. (bizimkisinin kosava savaşında olduğu söyleniyor. o zaman Jüpiter)  .. Yıldız olmadıkları halde parlaklıklarının insanları aldattığı bu gezegenler  her zaman bir kutsiyet sağlamışlar kendilerine.
Sahte ışıkların sonunu bilim getirmiş. önce başka gezegenlerin de uydusu olduğunu yani her şeyin dünyanın çevresinde dönmediği bulunmuş, dünyanın foyası ortaya çıktıktan sonra diğer gezegenlerin fersiz yani kendinde ateşi olmayan basit aynalar olduğu anlaşılmış….. liste uzayıp gidiyor.
Amma lakin  çıkarılacak sonuç sahte ışıkların ahmak inandırıcılığından kurtulmak için bilgi gerek .Bilgisiz cehaletimizin her türlü öykü uyduracağını ve çoğunluğun aklıyla bu öykülerin gerçek sayılacağını aklınızdan çıkarmayın . O sahte ışıklara kanılarak uydurulan bir sürü öykünün sosyolojik etkisinden  kurtulamadık . kurtulamıyoruz.

CENNETİN IŞIĞI VE NASA

CENNETİN IŞIĞI VE NASA 
Nasa yeni bir projesini tanıttı : Orion.
Orion (uzay aracı) NASA’nın çok amaçlı uzay yolculukları için tasarlamakta ve denemekte olduğu yeni nesil mürettebat aracıdır. Uzayın bundan  sonraki fatihi olacak aracın ismi öteki Nasa araçları gibi manidar.

Kadınlarla başı derde giren  (güzel yüzlü olduğu ve içkiye düşkünlüğü yüzünden olsa gerek) ve filmlerde defalarca işlenen müthiş bir aşk öyküsünün baş kahramanı olmanın dışında da şifreler saklıyor Orion ismi. Ancak şimdilik bilinen hikayelerini dinlemekle yetinelim. Ne de olsa Pısa sınavından ilk elliye girememiş bir ülkenin evlatları olarak hikayenin daha yumuşak daha görünür ve elbette daha bilimden uzak kısmı bizi ilgilendiriyor.

Orion, mitolojide oldukça eski ve köklü bir takım yıldızıdır. Sümerler tarafından Uru-anna ya da cennetin ışığı olarak kabul edilirdi. Ayrıca büyük Sümer kahramanı Gilgamesh olarak da bilinir.  Hindistan’da ise Orion takım yıldızı Zaman-Adamı anlamına gelen Kal-Purush olarak bilinir. Yunan  mitolojisindeki bir öyküye  göre Orion, bir akrep tarafından topuğundan sokularak öldürülmüştür.  Burada akrep, Scorpio (Akrep) takım yıldızı olarak bilinir. Gökte birbirini izleyen bu takım yıldızları bir arada bulunmaz; biri doğarken biri batar, mitolojik hikayede Akrebin Orion’u öldürmesi de bu yüzdendir. Ancak bu ölüm hikayesinin daha trajik bir biçimi de vardır. 

Orion ve av tanrıçası Artemis birbirini seviyorlardır. Ancak Artemisin erkek kardeşi Apollon bu evliliğe karşı çıkmaktadır. Apollon, Artemise kötü bir oyun oynar, bir gün Artemisle denizde çok uzakta görünen bir karaltıyı vurup vuramayacağı konusunda iddiaya girmiştir. Artemis, tek atışta hedefi kolaylıkla vurmuştur. Ancak, vurduğu hedefin nişanlısı Orion olduğunu öğrenince acı içinde kalmıştır.  Bu olaydan sonra Ay tanrıçası Artemis yaşama olan bağlılığını kaybetmiş ve içindeki acıyı dindirememişti.Denir ki ay bu acıdan dolayı soğuk, yalnız ve yaşanılması imkansız bir yerdir.   Artemis, Orionun bedenini gümüşten yapılmış Ay arabasına koyarak kendi elleriyle gökyüzüne taşımıştır.

Yine de Nasa gibi bir kurumun biz  “seyredenleri”  etkileyecek başka bir nedeni  olmalı .

Bu fikrin köklerini bulmak için coğrafyayı biraz değiştirmek Roma ve Antik Yunan’dan  zaman olarak biraz geriye mekan olarak da biraz aşağıya gitmek gerekiyor.  Mısır ve Mezopotamya arasında kalan bölgede bu yıldız kümesinin anlamı daha derin. İnanışa göre Gök Tanrıçası Nut, Osiris ile Seth adlı iki erkek tanrıyla, İsis ve Nephthys adlı iki kardeşi dünyaya getirir. Osiris, hem tanrı hem de insan olduğu için Mısır’ın ilk kralı olmuş, kız kardeşi İsis de onun eşi olmuştur. Osiris iyi bir yönetimle, insanlara bilimin ve uygarlığın sanatlarını öğretmiş, Mısır’ı zenginleştirmiştir. Ancak, kralın kardeşi Seth bir komplo kurarak, onu öldürür. Vücudunu parça parça doğrar ve Mısır’ın dört bir yanına saçar.  Ancak İsis kendi sihir gücüyle kocasının vücudunun parçalarını gizlice toplar; bir araya getirip Osiris’in vücudunu yeniden oluşturur, böylece ilk mumyayı yapmış olur.  İsis, yeniden hayata dönen Osiris ile cinsel ilişkiye girerek hamile kalır. Osiris, kendisi için geçici ve kısa süreli bu olaydan sonra, bir yıldız varlık haline dönüşür. İnanışa göre, Orion Takım yıldızı böyle oluşur.

Yine Mısır’da  Keops ve Kefren isimli dev piramitleri ile beraber bu piramitlerin tepe noktalarından geçen eksenden az kaçık şekilde inşa edilmiş küçük Mikerinos piramitleri Orion ile  ilişkilendirilmektedi   Mikerinost kendi başına alındığında hiç de küçük değildir, fakat diğer iki dev piramidin yanında cüceleşmektedir. Yani iki büyük piramit ve yanlarında bir küçük piramit vardır.  Orion takım yıldızı kuşağında iki tane parlak yıldız, bu iki yıldızı kesen eksenden az kaçık ve çok daha az parlak bir üçüncü yıldız yer alır. Piramilerin yerleşim planı ile bu yıldızların yerleşimi tamamen aynıdır. Ayrıca Mısır’ı ortadan ikiye bölen Nil Nehri ile gökyüzünü aynı şekilde ortadan ayıran Samanyolu, eski Mısır Gök dininde birbirleriyle ilişkilendirilmişlerdir. Ne ilginçtir ki Nil Nehri’nin bu piramitlere göre yeri ile Samanyolu’nun Orion takımyıldızına göre yeri aynı şekildedir.

Güzel matematik ama  hala kafamdaki neden sorusunu tatmin etmiş değilim. Çünkü Nasa’nın isim seçimlerinde hem daha çok bilime hem de mistik bir inanca gönderme gerekiyor.
İnanç olarak Sümerlerin “Cennetin Işığı” oldukça güzel bir neden .
Hatta buradaki öykü de Güneş sistemin ve Dünya’nın Orion bulutsusundan ortaya çıktığı da söylenen ilk yaratılışa atıfta bulunulabilir. Çünkü iddia odur ki yaşamın temel yapıtaşları bize oradan ulaşmıştır. Tesadüf cennetin ışığından yaşama dönen bir süreç .

Ortadoğu’da  insanlık tarihinin geçirdiği tüm evrimleri boşa çıkarıp bizden öncekilerin var ettiği her türlü bilgi ve birikimi yok sayarak birbirinin kanında boğulmaya devam eden bizlerin  yukarıdaki hikayelerle yetinmesi mümkün.  Biz Dünya ‘yı değiştiremeden bir Nuh gemisine binip bu dünyayı terk edecek olanların atası durumundaki Nasa ise bizden farklı olarak bilimi işin içine oturtmalı. Bilim olmadan yukarıdaki hikayelerin bir anlamı yok. Zaten görüldüğü gibi o hikayelerin de mutlak bilimsel bir alt yapısı var.

İnsanları Mars’a taşımayı hedefleyen bu uzay aracının yeni teknolojiye sahip plazma yakıtı kullanacağı belirtiliyor. Doğunun hikayeleri Batının biliminde hayat buluyor. Cennetin kapısını arayabilir mi ? Şüpheli .

Ama cennet demişken bir küçük hikaye daha anlatmak lazım. Hem bence bu hikaye bilmecenin en can alıcı noktası 🙂

8 KÖŞELİ YILDIZ

Kosova, Visoki Decani Manastırı’ndaki 1350 yılında yapılmış olan ‘İsa’nın Çarmıha Gerilişi’ isimli freskte sağ üstte görülen objeye yakından baktığımızda şaşırtıcı bir görüntüyle karşılaşırız. Uçan bir cismi andıran bu figürün üzerinde “8 köşeli yıldız” vardır. Şimdi diyeceksiniz ki sekiz yıldızlı  neyi temsil ediyor. Orionla ilgisi ne ? Orion takım yıldızı, Betelgeuse, Meissa, Bellatrix, Saiph, Rigel ve köprü yıldızlar Alnitak, Alnilam ve Mintaka isimleriyle toplamda 8 yıldızdan oluşur. Yıldızlar arasına çizgiler çekersek, 8 köşeli yıldızı andıran bir şekille karşılaşırız. Babil, Sümer ve diğer yıldız bilimci medeniyetler, Orion’u gözlemlerken, yıldızların yansıttığı ışık hüsmelerini, 8 köşesi olan bir şekil olarak yorumlamış ve zamanla Orion’u betimlemek adına 8 köşesi olan bir sembol yaratmış .

Süleyman’ın Anahtarı denilen ve el yazması Clavicula Salominis kitabında çizimi olan “rivayete göre de şeytanların kapısını aralayan” anahtarın Orion’ kümesinin benzerliği de inanılmazdır. Ve ne hikmetse o da 8 kolludur. (aşağıda)

Yani yedi kız kardeşi kovalayan avcı Orion’un 8’i her yerde duruyor. Hani ezoterizm takıntıları olanlar için de hikaye bitecek gibi değil .

Ama yeni yaşamı, İsa’yı  (babasız doğuş) dirilişi sembolize eden Orion takım yıldızının Mars’a gidişi  amaçlayan koloniyel tarzda bir yaşamı ön gören araca  ismini veriyor olmasının acıklı tarafı,  bizim gibi bilimden yalıtılmış toplumlarda biz cahillerin ancak bu aracın ismindeki gizemi ve bağlantıyı tartışabiliyor olmamızdır. Yani eloğlu (insanoğluna en yabancı sesleniş bu olsa gerek) kendi cennetini kendi yaratırken biz cenneti üfürerek aramak yolundayız.

Gönül isterdi ki ben de bilimle azıcık haşır neşir olaydım da bu araç Mars’a neden gidecek , hangi tip yakıtı ve motorları kullanacak, orada hangi yaşam ünitesine dahil olacak, Mars’a neden insanoğlu koloni kurmak istiyor, bu yeni yakıt modelli motorlar her yerde kullanılacak mı ? Ne kadar süre kalacaklar,Mars’a giden insanlar doğum vs gibi yaşam devamlılığını orada mı sağlayacak soruları sorsam ve bu sorulara yanıt verebilsem. Ama olmuyor, bizim bilimle ilişkimiz rivayetler üzerine .. öyle de kalacak gibi. 

Notlar

Sekiz köşeli yıldız her yerde ….

(Sol üstte görülen Babiller’e ait, M.Ö 12.yy’dan kalma taş oyma, Fransa, Paris, Louvre Müzesinde, sağ üstte, yine Babiller’e ait, M.Ö 2000 senesinden kalma kil plaka da New York, Metropolitan Müzesi’nde sergilenmektedir. Alttaki iki alçı mühürse Sümerler’e aittir ve Berlin Pergamon Müzesi’ndeler.

8 köşeli yıldız, aynı zamanda, ‘Kurtarıcı Sezarın Ruhu’nu temsil eden bir sembol haline dönüşmüştür ve tapınağın giriş kısmına asılmıştır. Yine aynı sembol, Constantine zamanında, Roma Askeri Kampının kapısına asılmıştır. Doğu Roma döneminden kalma alttaki paralar üzerinde, tıpkı Mezopotamya eserlerinde olduğu gibi, “hilal”le birlikte, 8 köşeli yıldızı ve Pleiades’in 7 yıldızını görürüz.

Orion yıldızı ve yanında kızkardeşler.